Ne zaman açılacağız? Bu soru pandemiyle ilgili olsaydı hiç kuşkusuz uzmanlar yanıtlayabilirdi. Şöyle de sorulabilir? Biz hiç açıldık mı? Dışımızda kalan dünya hiç içimize karıştı mı? Kapanma, pandemi süreciyle başlamadı. Politik, etnik, dinsel, cinsel kimliklerin içine kapatılmıştık zaten, pandemi tuzu biberi oldu. Gombrowicz’in Kosmos romanındaki kahramanların yaşadığı türden bir açılmadan söz ediyorum: “Bu, dışımızdaki dünyanın, dışımızda kalan bütün dünyanın içimize karışmasıydı, buysa bizim konumumuzu değiştiriyordu ve birden düzensiz konuşmaya başladık” (Can). Dünya içimize karışsaydı, aynı yerde olmamamız gerekiyordu ve çoktan düzensiz konuşmaya başlamıştık. Hâlâ pandemi öncesi durduğumuz yerde duruyoruz; değişen tek şey, yerimizin giderek küçülmesi. Şimdi cürmümüz kadar yer kaplıyoruz ve ateş olduğumuzda cürmümüz kadar yer yakıyoruz, yani kendimizi. Ve hâlâ devletin taşlaşmış diliyle konuşuyor ve ısrarla akıllı, uslu cümleler kurmaya çalışıyoruz.

Dünya içimize karışmış olsaydı, çoktan orman girmişti içimize; ağaçlar, kuşlar, envai çeşit bitki ve hayvan ve de dereler. Devletin taşlaşmış dilini değil, birbirlerine kontrpuanlarla bağlı orman dillerini de anlıyor olurduk. Taş yerinde ağırdır ve giderek daha da ağırlaşıyoruz. “Taşların hareket ettiği ve ağaçların konuştuğu vakidir” (Shakespeare, Macbeth). Dünya içimize karışmış olsaydı, Yüzüklerin Efendisi’ndeki ağaçlar gibi çoktan yürümüş ve yürüyen ormana dönüşmüştük. Ve birbirimizle konuşuyor olurduk. Ama bizler, ağaç olamayan ağaçlarız; ağaç muamelesi gören gövdeler. O çok sevdiğimiz kültür bitkileri ya da evcil hayvanlarla aynı kaderi paylaşıyoruz. Tıpkı onlar gibi durmadan budanıyor, olmadık biçimlere sokuluyoruz. Onlar gibi yapay seçilimle istenmeyen özelliklerden arındırılıyor ve giderek daha fazla evcilleşiyoruz. Tek farkımız, bize uygulayacakları yeni tasarımlara çok istekli olmamız. Her yeni teknolojiyi güle oynaya bedenlerimize ekliyor ve yepyeni bir tasarım ürününe dönüşüyoruz. Çağımız, tasarım çağı. Tasarlanan, nesneler değildir; bizler tasarlanıyoruz.

***

Bırakın dünyaya açılmayı, dünyadan korkumuzdan giderek daha fazla içimize kaçıyoruz. Göçebeliği terk edip yerleşenlerin başlattığı, yeryüzünü duvarların ötesinde bırakma projesi, katlanarak devam ediyor; kat kat duvarların içine hapsediliyoruz. Ve ömrümüzü, yeryüzüyle hiçbir bağlantısı olmayan mekânlarda geçiriyoruz; AVM’lerde, kapalı sitelerde ve tabi ki tecrit bedenlerde. Korunaklı camera obscura’larımızda oturmuş, kameranın açıklığından izliyoruz dünyayı. Kameralarda kimlikler oturuyor; gördüklerini yargılayıp kimlikli formlara dönüştürenler. “Tüm sanatımız, arka plandaki karmaşadan sıyrılmış, sınırları açıkça tanımlanmış, benzersiz kimliklere olan aşkımızı dile getirir” diye yazıyordu Fowles (Ağaç ve Doğanın Doğası, Afa). Algılarımız kişilere göre belirleniyor. Gözlerimiz bir görünüp bir kaybolan kimlikli figürleri arıyor. Oysa Fransız psikologlar, Afrika’nın ücra bir köşesinde yaşayanlara üç kişi arasında geçen bir film gösterip ne anladıklarını sorduklarında, sadece ağaçların arasında gezinen ışık ve gölge oyunlarını algıladıklarını söylemişler. Ağaçlar algılarımızı değiştiriyor ve kimlikleri yerinden ediyorlar. Dünyaya açılmak mı istiyorsunuz? Oklar, sınırların muğlaklaştığı devasa bir ortak yaşamı (simbiyoz), ormanı işaret ediyor.

***

“Bizim odadaki ok belirli bir yeri işaret etmiyordu, dolayısıyla onu kafamızın içinde duvarın ötesine uzatmamız, koridordaki bir şeylerle ilgili olup olmadığını araştırmamız, orada bir şey bulamazsak, bahçeye kadar uzatmamız gerekiyordu” (Gombrowizc, Kosmos). Bahçede de bir şey bulamazsınız; ok, ormanı işaret ediyor; Zapatistaların ortaklaşa yaşadıkları, Chiapas’taki Lacandon Yağmur Ormanı’nı. Ya da Kaz Dağları’nı, Karadeniz ormanlarını, İkizdere’yi. Nerede ormanlarını savunanlar varsa orada savunulan ortak yaşamdır. Ve orman ahalisi yaşamın çoklu diliyle konuşur. Devletin taşlaşmış, tekçi dili çok gerilerde kalmış, yerini ormanın birbirine uç veren dillerine bırakmıştır. Ve ormana ulaştığınızda, artık kalıbınıza sığamaz olur ve birden düzensiz konuşmaya başlarsınız: “Tek kişi olamıyorum. Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum” (Nostalgia, Tarkovski).