Beden bütün sevmelerin ve nefretlerin mekânıdır.

İnsanın kendi ruhuna acı çektirmesi zordur, böyle bir şey, derin bir vicdan ve dehşetli bir duyarlılık gerektirir. Oysa bedene acı çektirmek kendine ceza vermenin en etkin ve kestirme yoludur. İsa’nın ruhuna acı veremeyeceklerini bilenlerin onun sırtına bindirdikleri çarmıh ve kafasına taktıkları dikenli tel bunun simgesidir. İnsanın kendi ruhunu okşamasıysa neredeyse imkansızdır, oysa bedeni onun hoşnut olabileceği her şey için onu beklemektedir. Bedenini fark eden herkes ruhuna daha kolay ulaşabilecektir.

Beden sevilir, bedene acı verilir. Çünkü sevmenin ve acı vermenin en önemli organı olan “ten” bedendedir. Evet ten insanın en önemli organıdır. Ama aldatıcıdır aynı zamanda ve büyük ihtimalle. Giyindiği, süründüğü, boyandığı, takındığı ne varsa onun altına gizlenmiştir. O ancak ve yalnızca doğarken ve ölürken en doğal halindedir. Ve bu ikisi arasında takındığı yeni hâl ve tavır nedeniyledir ki beden ve ten -bazen, ancak, belki- sevimli gelecektir. İnsanın tenle değil giysiyle, takılarla, makyajla sevişmesinin nedeni aradaki bu “olma” halidir. İnsan bedeni bizzat insan eliyle bir ucube haline dönüştürülmüştür. O nedenle artık okşamaktan çok, dövmek; sevmekten çok vurmak gündemdedir.

Pierre Ancet “Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi”nde Victor Hugo’nun ‘L’homme qui rit’ (Gülen Adam) adlı kitabındaki Ursus ile çocuk Gymplaine’in karşılaşmasını hatırlatır:

-Neden gülüyorsun

-Gülmüyorum

Ursus, şöyle bir irkilir gibi oldu, bir kaç saniye boyunca hiç konuşmadan gözlerini ona dikti ve şöyle dedi: “O halde sen çok korkunçsun”

Korkunçluk ve sevimlilik bedenin herhangi aynı uzvuna atfedilebilmektedir. Korkunç olan tam da budur. İnsan bedeninin aynı anda korkunç ve sevimli, iyi ve kötü olabilme kapasitesi. Birinden diğerine geçiş hızındaki o şaşırtıcılık, o müthiş “olabilme ve yapabilme” gücü. Yaşayan bir bedenin bir anda ölü hale gelebilmesi. Ölü olandan doğumun fışkırması. Bedenin yaşarken bir yandan ölmesi, diğer yandan yenilenmesi.

Korkunçluğun, sevimliliğin, gücün ve zayıflığın, hazzın ve acının yeri olan beden bütün bunları yaptığı içindir ki insanın gerçek hafızası ve aklıdır. İnsan beyni unuturken, bedeni unutmamakta, yaşamın her anını kaydetmektedir. Acının da, sevincin de, zevkin de en güçlü belleği bedendir. Acıdan ve sevinçten azade “normal” bir hayat süren insanların yaşayan ölü olmalarının nedeniyse bedenlerindeki bu eksikliktir.

Beden bütün ayrılıkların ve kavuşmaların mekanıdır. İnsan sevdiğinin bedenine dokunur, kızdığının bedenine vurur, hissetmek istediğinin bedenine parmak uçlarıyla değer, özlediğinin bedenine sarılır.

Beden bütün imkanların ve olanaksızlıkların mekanıdır.

Beden kaydettikleriyle insanın kimliğidir. İnsanın kimliği olduğu içindir ki devlet de her şeyden önce insanın bedeniyle ilgilidir. Yaşatmaya çalışır, öldürmeye çalışır, ölümden kurtarır, ölüme terk eder. Ölümle yaşam arasındaki bütün boşlukları doldurmaya çalışır. Her şey aslında Hicri İzgören’in söylediği gibidir: Şimdi hangi sayfasına başvursam/ Bir sebep-sonuç ilişkisi buluyor hemen/ Her satırı bir ‘tashih’le yaralı/ Bir masalcı oluyor zaman/ Ölümleri kutsuyor, yalanlar emziriyor/ İnfazlar büyütüyor tarihin beşiğinde/ Her köşe başında kimlik soruyor benden/ Açıp yaramı gösteriyorum...

Bedenlerimiz biraz sevgili teni, biraz öpüş, bazen eski bir aşkın izi, kimi zaman bir kavgadan arta kalandır. Ama çokçası yaradır.