Dindar-kindar muhafazakâr tartışması başlığıyla basında yer alan konuyu duymuş olabilirsiniz. Konuya köşesinde yer veren Eyüp Can’ın (Radikal, 18.4.12) yazışıyla ‘Bir yanda Çevik Bir’in o haline bile üzülen “Bizim gibi muhafazakâr insanlarda intikam duygusu yoktur” diyen İskender Pala, diğer yanda “Ben intikam istiyorum hem de en şiddetlisini…” diyen Mümtaz’er Türköne’ tartışması. Benim değineceğim kısım, ertesi gün aynı köşede alıntılanan bir uzman/okur mektubu vesilesiyle beyin görüntüleri, travma, sahici duygu vb. konular. Can’a göre mektubu yazan beyin uzmanı okur Pala ve Türköne’nin ‘’söylediklerini bir çeşit ‘beyin testinden’ geçirmiş. Fonksiyonel MR cihazıyla yapılan testlerden hareketle “Kim doğru söylüyor, hangisi gerçekten beyninden geçenleri aktarıyor” sorusuna odaklanmış’’.

Kimin doğru söylediğini beyin görüntülerine bakarak anlayabilir miyiz acaba?

Yalan makinasıyla sanıklara işkence ederek doğruyu söyletme yerine modern teknolojiden yararlanarak aynı hedefe ulaşmak için geliştirilen modern yalan makinalarında, fonksiyonel MRI adlı bir zihinsel işlem sırasında beyindeki kan akımının değişimini saptayan beyin görüntüleme tekniğinden yararlanıyor.

Yalan makinasının amacı, sizin ‘aslında’ ne düşündüğünüzü (söylediklerinizi değil kafanızın içinde olup söylemediklerinizi, hatta kafanızın içinde olduğunu bilmediklerinizi ya da belki söyleyebileceklerinizi bulup) ortaya koymak. ‘Minority Report’ filmindeki gibi, olacakları, şu anda ortada olmayanları çekip çıkartmak.

Problem: Yalan ile doğruyu ayırd etmeyi ‘aslında’ pek beceremeyen bu makinalar, istihbaratçılar, özel harpçiler ya da teknolojinin her şeyi halledeceğine inananlar dışındaki çevrelerde (başta ciddi beyin araştırmacıları) pek makbul ve mümkün sayılmıyorlar.

Neden? Bir kaç sebeple. Birincisi, beyindeki aktivite ile bireyin eylemi/söylemi arasındaki ilişki bu kadar net saptanamıyor. MRI aygıtının duyarlılığı yeterli değil; özellikle çok kısa zaman dilimleri içinde gerçekleşen beyin aktivitesi değişikliklerini yeterince yansıtmadığından ötürü, bir sonuç söyleyebilmek için çok sayıda insanın beyin görüntüsüne aynı anda bakarak, ortalamalarını almak gerekiyor. Çalışmaların çoğu iki grup insan arasındaki farkı yansıtıyor; çok sayıda beyinden elde edilen bulgunun ortalamasına dayalı olarak varılan sonuçlar tek tek insanlar için geçerli değil.

Örneğin, yazıda adı geçen bölgelerden amigdala’nın korku ve kaygı ile ilişkisi olduğunu beyin görüntüleme çalışmaları ortaya koyduysa da, amigdala’nın sizde ya da bende nasıl çalıştığını, davranışlarımla ilişkisinin (ağır hastalıklar dışındaki ‘normal’ sayılan durumlarda) ne şekilde olduğunu bu görüntülere dayanarak söyleyemem. (Söyleriz diyenler olsa da, bugün için araştırma düzeyindeki bilgiyi yeterince derinleştirmeden hızla piyasaya sürmeyi tercih ettikleri için eleştiriliyorlar).

İkincisi, bulguların tek tek bireyler için geçerli olmasını sağlayacak duyarlılık sorunu çözülse bile, beyin bölgelerinin çalışmasına bakarak ‘asıl’, ‘ gerçek’ düşünce ya da duyguyu anlayabileceğimiz belirsiz, en azından eldeki metodoloji ile.

Beyindeki bölgeler düşüncelerimiz ya da duygularımıza paralel olarak değişik örüntüler içinde aktifleşir ya da pasifleşirler. Beynimizin aktivitesini yaşantımızın her saniyesinde kaydedebildiğimizde görebileceğimiz şey, sürekli değişken ve bölgeden bölgeye yayılan bir aktivite. Ancak, belli duygudurumlar ya da eylemler sırasında bazı bölgelerin diğerlerinden daha fazla aktif (ya da pasif) olduğunu görüyoruz. Böylece zihinsel işlevlerle ilgili bölgeleri bir ölçüde saptayabiliyoruz. Örneğin, korku ya da kaygı uyandıran durumlardaki aktiviteye en çok katılan bölgelerden başlıcası amigdala. O sebeple bu bölgenin korku verici durumları kaydetme ve hatırlama işlevinde yeri olduğu düşünülüyor.

Can’ın köşesinde alıntıladığı uzman, görüşünü belirtirken, Türköne’nin kin ve intikam duygularını açıkça ve dürüstçe söyleyebildiğini, oysa Pala’nın içindeki his ve düşünceler (aslında ve Türköne gibi) ‘kindar’ tipte olsa da, dışarıya daha olgun ve hoşgörülü bir tablo sergileyerek bir anlamda doğruyu söylemediğini ileri sürüyor.

Sözüne destek olarak aktardığı araştırmalarda, kişilerin görüşleri ile beyin görüntülerinin arasında fark ya da zıtlık olan birkaç örnek vermiş. Örneğin, “siyahlara karşı önyargım yoktur” diyenlere siyah tenli insanların resmi gösterildiğinde beyinlerindeki amigdala bölgesinin aktifleşmesi gibi. Kişinin “aslında ben siyahların hakkını ya da eşitliğini savunuyorum, ya da onları çok seviyorum” dese de, beyin görüntüsünde korkuyla ilişkili bölgeler aktifleştiği için böyle söylese bile kendi gerçek hislerini inkar etmiş olduklarını vs. belirten uzman/okur, Türköne’nin kin kusan sözlerini ‘güçlü duyguların daha dolaysız, dürüst ve bilimsel’ ifadesi olduğunu ekleyerek görüşünü tamamlıyor.

Problemleri saymaya bu noktada devam edeyim: Amigdala, korku ile ilişkili bir bölge olmakla birlikte, korkuyu tektip bir duygu olarak ele alırsanız yanılırsınız. Korkutucu bir yüz ifadesi ile aktifleşen ‘korku bölgesi’ amigdalayı başka neler aktifleştirebilir?

Yeni doğmuş bebeğinin yüzüne bakarken beyin görüntüsü (araştırma amacıyla) kaydedilen kadının amigdalası da aktifleşiyor. En sevdiği, en değer verdiği varlığı olan çocuğuna karşı ‘gerçek’, ‘asıl’ hisleri korku içeriyor, tabii ki. Ama ürkme ya da çekinmenin sonucu olan bir korkudan ziyade, bebeğini kaybetme, ona istemeden zarar verme ve ondan ayrılma olasılığını aklına getirdiği anda hissettiği korku. Amigdala bu korku ile de aktif, beyaz ırktan birisinin siyah tenli birisini görmesi ile de aktif.

İki ayrı durumda aynı ‘korku bölgesi’ aktifleşse de, iki duygunun, iki korkunun birebir aynı olmadığı apaçık. O zaman bu aktif amigdalaya bakıp da böyle toplumsal anlamlar taşıyan bir sonuç nasıl çıkartılabilir? Beyindeki her aktivite her zaman ve her durumda aynı anlamı taşımaz ki. Nesnellikten uzak ve bilimsel görünümlü indirgemecilik diyebiliriz bu yorumlara. Ama iki beyin görüntüsü görüp, üç cümlede bir nörobilim vs. duyduğumuzda teknolojiyi bilimle karıştırıp ‘bilimsel’ ünvanını vermek pek kolay.

Bir başka problem de, Can’ın yazısına uygun gördüğü başlıkta: Kim doğruyu söylüyor? Mesaj ‘beyin görüntüsünü al, kimin doğru söylediğini anla’ demek ise, bu doğru değil.

Hissedilen bir duygu bilinçli olarak farkedilmediyse ya da fark edilip de ifade edilmediyse, biz neyi ‘doğru’ ya da ‘gerçek’, ‘sahici’ olarak kabul edeceğiz? Diyelim ki, beyin görüntüsü zihnimizde bir durumda, bir anda oluşan duyguyu saptayabilse bile, sözle ya da beden diliyle ifade etmediğimiz bir duygu ne kadar ‘gerçek’?

Örneğin yaşlı bir adam sizi rahatsız edici bir biçimde eleştiriyor ve siz içinizden ona epeyce bir kızgınlık duyuyor, ama yaşına hürmeten ‘yüzüne gülüyor’ ve bir yandan da söylediklerini anlamaya çalışıyorsanız, yaşlı adam için sizin hangi duygunuz gerçektir?

İçinizde (eleştirilmekten doğan) kızgınlığı dizginleyip, bu sözlere bir anlam vermeye çalışmanız sırasında beyniniz görüntülenebilse, öfke/kızgınlık ile ilgili sistemler de aktifleşmiş gözükecektir. Oysa siz kibar kibar amcayı dinliyorsunuz. Üstelik bir ihtimal az sonra beyniniz görüntülenebilse, kızgınlık duygunuzu dengeleyecek (çelişkili duygu hallerinde aktifleşen anterior cingulate gibi) beyin bölgeleri de aktifleşiyor olacak.

Ama işin ‘doğrusu’ hangisi? Ortaya koyduğunuz ve karşınızdakine hissettirdiğiniz duygu mu? Beyninize bir süreliğine baktığınızda gördüğümüz duygu mu? Ya da beyninizden aldığımız ikinci görüntüdeki duygu mu? Farklı düzeylerdeki gerçekliklerin arasından hangisini ‘en gerçek’ olarak seçeceğimiz sadece bir nörobilim ya da psikoloji konusu değil, insana ilişkin bir çok disiplinin sözü olan bir alandır. Zira duygu kendini söz ya da eylem ile yaşama yansıtır. Eylem de, söz de beyinden yola çıkar, yaşamın içerisinde yer alarak anlam kazanır.

Hiç söylenmemiş ama akıldan geçirilmiş bir söz eğer beyin görüntüsü ile yakalanabilseydi, bu gerçek’ten ziyade henüz gerçek olmamış bir durum olarak görülebilirdi (moleküler düzeyde bir gerçek olsa bile). Gerçek olması için insanlararası düzleme ağzımızdan ya da bedenimizden çıkarak ulaşır.

Pala’nın söylediklerinin ‘doğru’ ya da sahiden o denli hoşgörülü olup olmadığını anlamak için ise zamanın testini beklemek lazım. Hisleriyle sözlerinin birbirini tutup tutmadığını gösterecek beyin testi en azından şimdiki verilere bakarsak bize pek yardımcı olamaz. Üstelik bu yardımı isteyip istemediğimiz hususunda da emin değiliz. 

Kin ve intikam arzusu kusulan cümlelerin ‘ dolaysız, dürüst ve bilimsel’liğine geri dönelim. Duyguların olduğu gibi denetimsiz ortaya konmasının dürüstlük olarak yorumlanmasına ne denebilir? Hislerimizin karşıdaki üzerindeki etkisini ya da yaptıklarımızın başkaları üzerine zararını düşünmeme hakkına sahip miyiz? Böyle bir yetimiz yok ise, aklımıza gelen ya da esen her duyguyu ortaya kusmak dürüstlük mü, yoksa kendini bilmezlik mi? Düşünce, akıl, hikmet gibi binlerce yıllık insanlık kalıtı, duygularımızı gizlemek için değil, duygularımızı başkalarıyla paylaşmak için var. Kin kusmayı dürüst bir tavır olarak görecek miyiz? ‘İçi dışı bir’ olup ‘oh olsun’culuk yapmayı ‘doğruyu söylemek’ olarak gören birisi için anlaması zor durumlardan birisi de, öfke duyduğu bir kişiye aynı zamanda güçsüz düştüğünde acıyabilmek... Yere düşmüş birisine tekme atanları yadırgar mıyız?

Şöyle bir düşünce aklımıza gelebilir; travmatize olduğumuzda öfkemizin yıllar içinde alacağı biçim, kontrol edilemez bir kızgınlık ve intikam duygusu olabilir. O nedenle kin kusmayı bir travma belirtisi sayalım, diyebiliriz. Yine de, yaşadığı her zorlanmayı ya da incinmeyi travma mertebesine yükseltenler, üstelik o travmadan kendine bir de kahramanlık öyküsü çıkartabilenlerin doğru’sundan şüphe duymalıyız. Bu iddianın doğruluk testi için beyin görüntüsü almayalım; kahramanlık taslayan bu kişilerin kendi travmatik yaşantılarını yüceltirken, başkalarının travmalarına karşı acımasız, duyarsız ve küçümseyici olmaları başlı başına şüphemizi doğrulayıcı sayılabilir.