Her şeyi birbirinden ayırarak düşünmek alışkanlık haline getirildiği için, yas tutmayı da, mutsuzluğu da, hatta aşkı da parçalarına ayıra ayıra yaşamak, kolayına geliyor çoğu kişinin. Belki de bu sayede acı çektiğinden habersiz yaşayabiliyor insanlar. Ekonomiyi, edebiyatı, dış politikayı gazetelerde ayrı sayfalara yerleştirip uzmanlarına bırakma geleneği bile, çoğu zaman, manzaranın bütününü gizliyormuş gibi geliyor bana. Çünkü sistem, birbirinden ayrı parçalar halinde işlemiyor. Tek tek sayfalar arasında dolaşıp, haberler arasında bağlantı kurmak için özel bir çaba sarfetmek gerekiyor.

Max Frisch, 1948’de, bu yüzyılda doğan ama düşünsel olarak önceki yüzyıla ait diye tanımladığı kültür-sanat insanları için şu notu düşmüş, Türkçesi YKY’den yayımlanan günlüğüne: “Bizim neslin özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında edindiği önemli tecrübelere göre, kültürle içli dışlı, kültürü tanıyan, Bach, Handel, Mozart, Beethoven ve Bruckner üzerine entelektüel anlamda ve heyecan duyarak sohbet edenlerin aslında hiç sorun çıkarmadan kasaplık yapmaları da mümkündü… Bu insan türünü karakterize eden şeye ‘estetik kültür’ diyelim. Bu kültürün en önemli ve her zaman görünür karakteristiği bağlayıcılıktan uzak oluşu, kültür ve politikayı tamamen birbirinden ayrı tutması: ya da yetenek ve karakteri, okuma ve yaşamı, konser ve sokağı.”

Bu en yüce şeyleri düşünüp bilen, ama en bayağı şeyleri engellemeyen düşünce türü, günümüzde yaşamın her alanında hâkimiyetini kurdu. Max Frisch, kan emici, ahlaki açıdan şizofren, sanatsal ve bilimsel kazanımlarla yetinen bu kültürün, kurulacak bağlarla ortaya çıkacak yüzleşmeleri engellediği için toplumsal hafızayı silmesinden yakınıyor. Sanatçı ve yazarların güç ve iktidar uğruna bu kadar kolay ahlaki değerlerini ayaklar altına alabilmesi de, bu kültüre duydukları güvenden kaynaklanıyor. Orwell gibi, İspanya’ya gidip Franco diktatörlüğüne karşı savaşmış, hatta savaşta vurulup ölümden kıl payı kurtulmuş ve yapıtlarında totaliter sistemlerin tehlikelerini anlatmış bir yazarı bile, tek adamlığa soyunmuş bir politikacının karşısında hayal edip “ayakta alkışlardı” diyerek kendi iktidar hırsına alet etmeye çalışan yazar bile gördük bu ülkede, daha ne olsun. Bir insanın Orwell ya da Huxley okumasının, cazdan ya da sinemadan anlıyor olmasının kendi başına yeterli olmadığının en açık ispatı olsa gerek.

Metis’in yayımladığı “Yeni İstanbul Çalışmaları”nda, şehre dikilen bir gökdelenin yalnızca bir şehircilik meselesi olmadığını, işkollarından gündelik hayata pek çok şeyi geri dönüşü olmayacak bir biçimde nasıl değiştirdiğini anlatan yazıları okurken, bir yandan içinde olduğum metrobüsün camından gökdelenlere bakıyordum. İnsanların, birbirlerini itip kakarak, hatta kavga ederek binmeye zorlandıkları bu otobüslerdeki aşağılanmışlığa nasıl tahammül edebildiklerini düşündüm. Parçalara ayırıyorlardı hayatlarını muhtemelen, acı çektiklerinden habersiz oluşları acı çektikleri gerçeğini yok etmiyordu, olağanlaştırıyordu yalnızca. Pessoa, Vergilius’un yanıldığını yazmıştı “Huzursuzluğun Kitabı”na: “En çok anlamak yoruyor bizi. Yaşamak, düşünmemektir.” Büyük bir aşkla yaşadığın sürece, yorulmaz insan anlamaya çalışmaktan diye düşündüm sonra, her ne kadar Pessoa, “Biz aslında insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir” dese de… O fikir, edebiyatın yaptığı gibi, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmanın tek kaynağı belki de, düşlerde…