İktidar partisinin siyasal olandan neyi anladığı ve nasıl bir “yönetme teknolojisi”ni kullandığı artık biliniyor. Dost-düşman ikiliğine dayanan, “Ya bizdensin ya onlardan” söylemiyle yürütülen, “biz”den olmayanın anında “bölücü, terörist, vatan haini, darbeci” ilan edildiği, tehdit algısını süreklileştiren, “yedi düvele ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele” iddiası üzerine kurulmuş, kitlelerin bunlar üzerinden teyakkuz halinde tutulduğu ve mobilize edildiği bir teknoloji var karşımızda.

Bu teknolojiye milliyetçiliğin ve dinin pervasızca istismarı eşlik ediyor, fonda sürekli mehter marşının çaldığı, ekranda sürekli Diriliş Ertuğrul’un göründüğü bir siyasal iklimde, “Osmanlı’yı yeniden kurmak”, “yeniden cihan devleti olmak”, “saltanatı ve hilafeti yeniden ilan etmek” kolektif bir sağ fantezi olarak icra ediliyor. Böylece “küçük adamın güç istenci” ve arzuları muazzam bir manipülasyona tabi tutuluyor. Evine ekmek götüremeyen, ay sonunu getiremeyen, tepeden tırnağa borca batmış milyonlar özellikle “liderle özdeşleşme” üzerinden, fantezinin bir parçası oluyor, arzularını çarpıtılmış bir gerçeklik üzerinden tatmin ediyor.

Kuşkusuz bu mehterli fantezi ve arzu üretimi, bu manipülasyon evreni, boşlukta ortaya çıkmıyor. Kitlelerin özellikle borçlanma aracılığıyla tüketim olanaklarının artırılması, örneğin TOKİ aracılığıyla ev sahibi olabilmeleri, binek ya da ticari bir araç alabilmeleri, daha alttakilerin ise yardımlaşma ağları üzerinden başta gıda ve kömür olmak üzere temel ihtiyaçlarının hiç olmazsa belli bir kısmının karşılanması, fantezinin yaşanmasını, arzunun manipülasyonunu güçlendiriyor. Çünkü yönetenler de A Haber izleyerek karın doymayacağını, açlığın gurultusunun mehterin sesini duyulmaz kılacağını biliyor.

Şimdilerde, krizin derinleşmesiyle beraber siyasetteki yönetim teknolojisinin birebir ekonomiye de uyarlandığını, aynı yöntemin devreye sokulduğunu görebiliyoruz. Buna göre ekonomik kriz Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmıyor, ortada dış kaynaklı bir ekonomik suikast girişimi, hatta bir ekonomik darbe girişimi var. Kuşkusuz buna bir de “içerideki işbirlikçileri” eklemek gerekiyor ki, o da Merkez Bankası oluyor. Buram buram mizansen kokan bir şekilde “Reis” çıkıp Merkez Bankası’yla kavga ediyor, “Bugüne kadar tutturduğunuz tek bir tahmin var mı” diyor, faiz artırımına karşı olduğunu açıklıyor ve birkaç saat sonra Merkez Bankası faizleri artırıyor. Alın size işbirlikçilik, alın size ihanet!

Tabloya bir de “durumu fırsat bilip yok yere zam yapan” firmalar eklenince tablo tamamlanıyor. Olan bitende iktidarın hiçbir sorumluluğu yok, ekonomik kriz Türkiye’nin büyümesini, güçlenmesini çekemeyen dış güçlerin, onların içerideki işbirlikçilerinin ve bir de fırsatçıların eseri. Demek ki nasıl 17-25’e, nasıl Gezi’ye, nasıl 15 Temmuz’a birlikte direndiysek, ekonomik kriz çıkarmaya çalışanlara karşı da öyle direnmemiz, aynı gemide olduğumuzu unutmamamız, havalimanı işçilerininki gibi provokatif işlere girişmememiz, “Yeter artık” demememiz, her ne olursa olsun Reisimizin ve devletimizin etrafında kenetlenmemiz gerekiyor!

İşte burada bizi ilgilendiren ve esas olarak üzerine düşünmemiz gereken mesele, siyasetteki yönetme teknolojisinin ekonomik krizde de işe yarayıp yaramayacağı ve bunun işe yaramaması için ne yapmamız gerektiği. Yani daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, açlığın sesi mehterin sesini duyulmaz ya da tahammül edilmez kılabilir mi, kılması için ve kılması halinde biz ne yapabiliriz?

Kitleler işsizliği, hayat pahalılığını, tüketim olanaklarının giderek daraldığını, sosyal yardımların azalışını gördüklerinde, yani giderek daha da yoksullaştıklarını fark ettiklerinde, mehtere, hamasete sarılmaya devam mı edecekler, yoksa homurdanmaya mı başlayacaklar? Tarihsel deneyim ikisinin de mümkün olduğunu ama krizlerin homurdanma potansiyelini artırdığını gösteriyor. On altı yılın sonunda belki de ilk kez, iktidar partisi ile yoksul kitleler arasındaki bağlantının hasar görmesi, kopması, kısa devre yapması ihtimali bu kadar güçlü. Eğer hamaset boşlukta oluşmuyorsa, bir maddi zemini varsa, mehterin karın doyurmadığının anlaşılmasının maddi, pratik, gözle görülür sonuçları olacak, havalimanı işçileri örneğinde görüldüğü üzere alt sınıfların sesini yükseltme ihtimali artacak.

Öte yandan, insanların maddi durumlarının onların politik bilinçlerini doğrudan belirlemediğini, sol siyasetin tam da bu nedenle var olduğunu bildiğimize göre, “mehterin karın doyurmadığının” kitlelere anlatılması, üstelik bununla da yetinmeyip “Ne yapmalı” sorusunun da yanıtlanması bizler için bir zorunluluk teşkil ediyor. Kriz derinleştikçe açlığın sesi daha fazla duyulacak; iktidar o sesi duyulmaz kılmak için çalışırken, bize ise o sesi yükseltmek, duyulur hale getirmek ve siyasallaştırmak düşecek. Çünkü biliyoruz ki mehterin ve hamasetin sesini ancak açlığın sesinin politize edilmesi bastırabilir.