Son dönemde KHK’ler aracılığıyla birçok kamu görevlisi yanında akademisyen ve öğretmenler de kurumlarından ihraç edildi. Uygulama sadece bu kesimleri işlerinden etmekle kalmadı; ihraç edilenlere kamuda çalışma yolu da kapatıldı. Son dönemde yaratılan korku ortamında bu geniş kesimlere, özel sektörde de iş verilmeyeceğini düşünürsek; karşı karşıya olduğumuz durum yüzbinlerle ifade edilen bir kesimin “karnını doyurmasını” imkânsız hale getirdi. Ülke sınırlarını bu kesimlere dar eden anlayış, bu noktada da durmayıp, ihraç edilenlerin pasaportlarını iptal ederek, “bu sınırların dışında da çalışamazsın” dedi.

Fazla uzatmanın ve konuyu felsefileştirmenin çok bir anlamı yok ama ortaya çıkan durum Agamben’in terimlerini kullanırsak, ülkeyi bu kesimler için “çıplak hayatı” dayatan bir “kampa” dönüştürdü.

Siyasetin savaş, karşıtın düşman olarak kurgulandığı bir ortamda, toplumsal yaşamdan kopartılarak, çıplak hayata itilmeye çalışılan karşıtın, sahip olduğu tek silah olan kendi bedenine dönmesi ve şiddeti kendi bedenine uygulaması bir zaman meselesiydi. Biri akademisyen, diğeri öğretmen iki genç insan, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık grevine başlayarak, bu yolu seçtiler.

Ancak açlık grevi ile yeni bir aşamaya gelen savaş hali, iki güç arasında benzer savaş araçlarının kullanıldığı bir durumdan çok farklıdır. Çünkü bugün Türkiye’de karşı karşıya kaldığımız koşullarda, bir tarafta devlet iktidarını kullanan bir güç, diğer tarafta da vatandaşlık statüsünden hızla arındırılan birey(ler) yer alıyor.

Tam da bu noktada egemenin geniş kabul gören tanımını hatırlamak gerekir; egemen, kimin yaşayacağına, kimin yaşamına son verileceğine karar verme yetkisi ile tanımlanır. Eğer egemeni bu yetki tanımlıyorsa, açlık grevi egemen açısından kabul edilemez bir durum yaratır. Kabul edilemezdir; çünkü çıplak yaşam koşullarına itilip, temel hakları elinden alınmış birey, elinde kalan tek kaynak olan bedenine yönelik bir şiddete, yaşamını sürdürmesini sağlayacak besinleri almayı reddederek yönelir ve egemene” seni egemen kılan yaşam ile ölüm arasındaki tercihi sen değil, artık ben yapıyorum” demiş olur.

Yaşamlarını ortaya koyan bir radikal eylem biçimini tercih eden bu iki genç insanla, bu eylem karşısında zora düşen egemen arasındaki mücadelenin nasıl sonuçlanacağını büyük ölçüde kamuoyunun nasıl bir tutum takınacağı belirleyecek.

Bu yönüyle Nuriye ve Semih’in eylemi diğer birçok örnekten farklılık gösterdi. Açlık grevlerinin bu ülkede ve diğer ülkelerde gerçekleştiği mekânlar genellikle eylemcinin kamusal yaşamdan koparıldıkları hapishane ve toplama kamplarıdır. Bu tür bir yalıtma, toplumun duruma yönelik bilgiye ulaşması ve görüş oluşturmasında önemli bir engel haline gelir.

Geçen dönemde açlık grevleri Türkiye’de cezaevlerinde gerçekleşti. İrlanda örneğinde de bildiğim kadarıyla, benzer bir durum söz konusuydu. Guantanamo’nun uç noktadaki tecrit koşullarında terörist ilan edilenlerin bir bölümünün kamuoyuna doğru düzgün yansımayan açlık grevleri gerçekleşti.

Oysa Nuriye ve Semih’in eylemleri ve belli bir aşamada yöneldikleri açlık grevi Başkent Ankara’nın göbeğinde, protestoların mekanı olarak bilinen Konur Sokak’ta gerçekleşti. Eylemlerine başladıktan sonra birçok kez gözaltına alınıp bırakıldılar. Onlara yönelik suçlamalar baştan itibaren olmasına rağmen, açlık grevi kritik bir aşamaya gelip kamuoyunun dikkatini çekip, destek almaya başladığı noktada tutuklandılar.

Şimdi, Nuriye ve Semih iktidar ve medyasının başını çektiği yoğun bir kampanya ile karşı karşıyalar. İktidarlar bu tür radikal eylem biçimleri karşısında benzer yollar izliyorlar. Açlık grevcileri, Guantanamo örneğinde oluğu gibi, topluma yaşamlarını tehdit eden teröristler, kötünün en kötüsü, halk düşmanları olarak sunuldular. Bu tür bir damgalama sadece açlık grevcilerinin sessizleştirilmesini değil, aynı zamanda niçin insani olmayan koşullarda yalıtılmaları gerektiğinin de gerekçesi haline getirilir.

Gerçek şu ki, geldiğimiz noktada, iki insan ellerindeki tek araç olan bedenlerini ortaya koyarak bir mücadele veriyorlar. Cezaevi koşullarında eylemleri devam ettiği ölçüde, egemenin elinden onu tanımlayan en temel yetkiyi almaya devam edecekler. Önümüzdeki günlerde, uluslararası düzenlemeleri ve sağlık kuruluşlarının bu konudaki ilkelerini görmezden gelerek iktidar, açlık grevcilerini zorla besleme yoluna girecek mi, göreceğiz!

Spinoza, “bedenin nelere muktedir olduğunu bile bilmiyoruz” der. Spinoza’nın ne kadar haklı olduğunu Nuriye ve Semih açlık grevi ile bir kez daha gösterdiler. Ya da tersinden bakabiliriz; belki de bir bedenin nelere muktedir olduğunu bu toplumda bilen insanlar var.