Andy Warhol “Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak” derken, sözlerinin tamı tamına gerçek olacağını tahmin ediyor muydu emin değilim. Fakat şöyle bir düşününce bu ülke, bu insanlar ne ünlüler gördü ve hatta kimlere “ünlü” dedi.

Seksenlerin tek kanallı döneminde televizyona çıkan herkesi tanıyan, ülkenin tüm meşhurlarını sayabilen bizler şimdi dönemin en popüler yarışmasındaki “ünlüler” takımının dörtte üçünü tanımaz durumdayız. Kabul edelim devir değişti, teknoloji hızlandı, milenyum hepimizin üstünden geçti. Eskiden tüm albümleri takip edip hatta satın alırken şimdi bırakın şarkıların hepsini bilmeyi  şarkıcıları bile tanıyamaz olduk. Filmler, diziler, televizyon şovları derken memleket nüfusunun yarısı oyuncu, diğer yarısı “oyuncu adayı” oldu.

Futbol da bu hızlanmadan nasibini aldı elbet. Futbolcu kartlarındaki kısıtlı bilgi ve TRT spikerlerinin resmi yorumlarından tanıdığımız ama her şeye rağmen takip ettiğimiz futbolcular “ünlü” değil “sporcu” kişilerdi gözümüzde. Özel hayatlarını pek bilmez; olsa olsa gazetelerde küçük haberlerle evlendiklerini, çocuklarının doğduğunu okurduk. Sonra yıllar hızla geçti ve gazetelerin arka sayfasında futbolcuları bin bir halde görmeye başladık. Bazılarını sadrazam kavuğu ve kaftanlar içinde, bazılarını havuzlarda cankurtaran edasıyla gördük. Memleket hızla magazinleşmeye başlarken ve biz henüz Ercan Taner’in faul anında sahaya dalıp ropörtaj yapmasını sindirememişken “merhaba televole” dünyasına giriverdik. Uzaktan sevdiğimiz futbolcuların ne kadar şakacı, taklitçi, zıpır olduklarına şahit olduk. Derken bu futbol magazin dünyası o kadar büyüdü ki kulüplerin futbolculara yasak koymasıyla son buldu. Yıllar geçti ve biz artık futbolcuları, eşlerini, arabalarını, gece hayatlarını görür ama konuşmaz, bakar ama görmez kadar kanıksadık.

Zaman geçti hepsine alıştık ve hiçbir şeye şaşırmaz olduk da ben geçmişimin futbolcularını ıssız ada yarışmasında görmeye bir türlü alışamadım. Ahmet Dursun,  Pascal Nouma, Ümit Karan...  O yetenekli bilekleri garip oyun platformlarında helak olurken görmeyi, toplu oyunlarda başarısızlıklarını izlemeyi ve hatta penaltı atarkenki acizlerine şahit olmayı yediremiyorum. Dönen oyunlar, dedikodular, kulisler ve entrikalar da cabası. Futbolu bırakan evinde otursun demiyorum da bir deri bir kemik kalıp, elenme korkusuyla entrikalar çevirdiği bir yarışmaya da çıkıp hayallerimizi yıkmasın.

Futbol emekçisi

Öncelikle 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günümüz kutlu olsun.

Büyük kulüpler de bugün için iyi dileklerini ve kutlama mesajlarını yayınladılar. Beylik, alıştığımız mesajlar, Trabzonspor hariç! Takdire şayan bir biçimde futboldaki sandikalaşma eksikliğinden; futbolun yayıncı kuruluş, kulüp yöneticileri ve taraftar üçgenine sıkıştığından bahseden uzunca bir mesaj yayınladı. Suya sabuna dokunmak istenmeyen günümüz şartlarında, cesur bir hareket. Gelgelelim sonunda konuyu şikeye bağlaması için pek de uygun bir gün ve platform değil sanki. Zira her fırsatta övünülen “adamlık müessesesi” her fırsat bulunduğunda ağzına geleni söylemek değil, canı yanmış ya da zarar görmüş olsa bile usulünce, yerinde ve zamanına göre davranmaktır. Takıma da renge de duyulan aşk başkasına duyulan nefret ile birleşince ne o aşktan ne kazanılan zaferden hayır gelir.

Futbolun parlak dünyası, alınan transfer paraları ve büyük takımlar arasında dönen milyon dolarlık ekonomisini bir yana bırakalım.  Bu işten zar zor para kazanan, küçük takımlarda maaşını taksit taksit alan futbolcular; masörü, malzemecisi, şoförü, antrenörü, muhabiri... Futbol endüstrisinin çarkları içinde ezile ezile işini yapmaya çalışan, futbol romantizminden vazgeçmemiş, futbola çocukluk aşkı masumiyetinde bakan, gerçek emekçilerin gününün bayram olması için çok yol var. Ama umut da hep var, olacak.