Bir söz, kavram ya da imge belirli bir tarihsel dönemde öne çıkar. İnsanlar hızla benimser ve kendilerini ifade etmek için yaygın olarak kullanmaya başlarlar. Öyle ki, çocuklara isim olarak konur, romanlara, öykülere konu olur.

Deniz, öyledir örneğin; yetmişli yıllarda doğan ne çok çocuğa ad olmuştur. Umut, seksenlere dair bir imgedir. Zamanın ruhu o sözcükte/kavramda birikir. Böylesi imgeler ikili bir işlev görürler. Bir yandan dilin icadından bu yana üzerlerinde birikenin tortusunu iletirlerken, aynı anda öne çıktıkları zamana özgü yeni bir anlam katmanı da inşa ederler. İçinde yaşanılan zamana dair “hissiyatın” ifadesidirler. Direnme, gelecek beklentisi, arzu, varkalım çabası, kimi zaman da vazgeçme, terk etme, yenilgiyi imlerler.

Ortaklaşılan imgelerde yoğunlaşan anlamın açık ve örtük bileşenleri olabilir. O imgenin bizi neden etkilediğinin her zaman bilincinde olmayabiliriz. İmgenin gerçek anlamı vaat ettiği gerçekleştiğinde belirginleşebilir.

Doksanlar boyunca okumuş yazmışlar diyebileceğimiz kesim için öne çıkan imgelerden biri “nostalji” ise diğeri de “ada”ydı. Çok şeye “ada” ismi verildi. Bir adaya yerleşmek arzusu moda oldu. Bir kaç dostla doğada bir uzak köye kapanmak da karada kurulacak bir “ada” fikriydi.

“Geçmişe duyulan özlem” ile “kendi adasına çekilme arzusu” nun neyi ifade ettiği belki bu gün daha iyi anlaşılabiliyor. Covid19 salgını her birimizi somut olarak kendi evlerimize (adalarımıza) tutsak etmeye ve geçmiş güzel günlere özlem duymaya zorladıkça örtük anlamlar belirginleşti. Ada, bir özgürleşme isteğinden çok bir kapanma/ korunma/ savunma çabasıymış galiba.

Doksanlar boyunca insanları bir adada yaşama arzusuna iten sürecin, “bir arada ve birlikte yaşama” imkanının yok edilmesiyle bağı olabilir mi? Ortaklaşmanın, imecenin, dayanışmanın ve aynı hikayenin kahramanları olmanın gönencini hissetmenin önüne geçilmesinin yansıması mıydı?

Herkesin kendi bireysel adasında sadece kendi varkalımı ve refahı için çalışması ve böyle yapmakla da övünmesi, tam da neoliberal üretim ilişkisinin “kibirli, kendini beğenmiş, benmerkezci” bireyini imlemiyor mu? Herkesin kendi özgül sorununa odaklanıp, kendi hayatını iyileştirmeye odaklanması ve kendi adası dışındaki adaları ya umursamaması ya da düşman bellemesi de öyle değil mi?

Kimlik politikalarının da aynı imgenin görünümü olduğu düşünülebilir. Her kimliği kendi adasında sadece kendisi için eylemeye zorlayan. Diğer adalarla arasına mesafe koyan ve kendi adasında kendi bildiğince yaşama isteğini gerçekleştirmeye odaklatan.

Başlangıçta bir özgürleşme vaadi içeren ada, bu gün yeni tür bir tutsaklığın mekanı olmaya başladı. Herkes, her kimlik kendi adasında kendi yararı için çalıştı. Ürettiklerinin tümüne kötü diyemeyiz. Kimse adasına çıktığı günkü gibi değil, değişti. Ama bizim yararımıza olanın başkasında yarattığı etkiyi görmemizi, içine gönüllü tıkıldığımız adalar engelledi. Kendi yarattıklarımız, yapıp ettiklerimizden kalan “kirli atıkları” zorunlu olarak adalarımızı çevreleyen suya dökmek zorunda kaldık. Adalarımızın refahını geliştirdiğimizi, kendimizi koruduğumuzu, adalarımızda özgürce yaşadığımızı sanırken aslında adalarımızı besleyecek olan çevremizi kirlettiğimizi fark edemedik.

Ve fakat sular yükseliyor.

Üstelik yükselen ne deniz, ne de göl; bataklık. Her ada yükselen bataklık suları altında çamura gömülme riskiyle yüz yüze. Meğer bizi adalara sürenler özgürleşme vaadiyle tutsak ediyorlarmış.

Şimdi ya yeni halimizle adalarımızı terk edip, ortaklaşacağımız anakaraya doğru yelken açacağız, ya da yükselen bataklığın adalarımızı ve bizi yutmasını çaresizce seyredeceğiz.

Artık bir anakaranın olmadığını söyleyenlere bakmayın. Hep vardı, oradaydı ve biz de onun üzerindeydik. Anakaranın bir cehennem olduğunu, ortaklaşmanın bizi eritip, birörnekleştirdiğini, büyük hikayenin bir karabasan olduğunu ve kurtulmak için adalara sığınmamız gerektiğini söyleyenlere kanmış olabiliriz. Olsun.

Adalarımızda ürettiklerimizi anakaramızda paylaşabiliriz. Bizim büyük hikayemizi yeni baştan ve daha da güzel yazabiliriz.