Entelektüel kavramı 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ünlü Dreyfus davası etrafında doğar. Düzmece bir dava ile suçsuz bir Yahudi subayın mahkûm edilmesine tavır alan Zola, Proust gibi sanatçı ve düşünürleri betimlemek için kullanılır. Onları entelektüel yapan, kendi alanlarının dışına çıkıp, iktidar karşıtı bir tutumla toplumsal alana müdahil olmalarıdır.

Kendi yaşamı anıtsal bir entelektüelliğe işaret eden Edward Said, bir çıkar gözetmeyen ve iktidar yapılarıyla arasına mesafe koyan entelektüelin, gerçekliğin temsilcisi olarak, bir yandan dikkate değer bir özerklik, diğer yandan da taşınması zor kamusal bir sorumluluk üstlendiğini vurgular.

Bu tür bir entelektüel konumu büyük ölçüde aydınlanma projesi ile mümkün hale gelmiştir. Ancak Said’in de altını çizdiği gibi bu görev son derece risklidir. Risklidir çünkü evrensellik ilkesinden hareket etmek, “bizi çoğunlukla başkalarının realitesini görmekten alıkoyan geçmişimiz, dilimiz ve milliyetimizin önümüze koyduğu hazır kesinliklerin ötesine geçmek için risk almak demektir.”

Said’in işaret ettiği risk almanın başarılı bir örneğini Zola ve Proust gibi ünlü romancıların Dreyfus Davası’ndaki tutumu oluşturuyorsa, tersi yöndeki örneği için romanlarıyla onlarla aynı düzleme koyabileceğimiz Adalet Ağaoğlu’nun Anayasa referandumundaki tavrına bakabiliriz. “Kesinliklerin ötesine geçerken” bir entelektüel olarak ne yazık ki Ağaoğlu’nun talihinin iyi gitmediğini; gri alanda kaybolduğunu bizzat kendisinin itiraf ettiğini ve tutumundan pişmanlık duyduğunu biliyoruz.

Son dönemde hiç de azımsanmayacak sayıda bir kesim entelektüel aydınlanmanın kendisinden hoşnutsuzluk bildiren bir eleştirelliği savunuyor. Ancak bu eleştiri içinde özel bir damar olarak muhafazakâr çizginin altını çizmekte yarar var. Bu durumu Frank Furedi, Nereye Gitti Bu Entelektüeller? kitabında şöyle betimler:

“Bütün entelektüeller, Aydınlanma ile gelen felsefi ve siyasal bakış açısına bağlıdırlar diye bir şey yoktur. Yıllar içinde, muhafazakâr entelektüeller, Aydınlanma’nın getirdiği değerlerden memnuniyetsizliklerini ortaya koymuşlardır. Aydınlanmanın savlarına karşılık, geleneklerini yukarı taşıma arayışlarında olduklarından, onlar da kendi tecrübelerinin ötesine geçerek daha kozmopolit bir bakış açısı benimserler. Her ne kadar onlar Aydınlanmayı öfkelerini yönelttikleri şey olarak kullansalar da getirdikleri eleştiri de aslında Aydınlanmanın sonucudur. Muhafazakâr entelektüellerde en az radikal karşılıkları kadar aydınlanmanın ürünü konumundadırlar”.

Adalet Ağaoğlu ve bazı diğer kalbinin solda attığına inandığım (sayısı sınırlı) entelektüeller, böylesi bir muhafazakarlığa, tam da o kullandığı kozmopolit ve sözde özgürlükçü dil nedeniyle kandılar. Aydınlanmanın soldan eleştirisini yapmak için çıktıkları yolda sağına düştüler.

Ancak tam da bu noktadan sonra Adalet Ağaoğlu’na adaletsizlik yapmamak gerekir. Bir özeleştiri yapmış olması, aynı tutum geniş bir kesimde ya yüzsüzce savunulur ya da sessizce geçiştirilirken, kendi başına önemlidir. Ancak benim daha da önemli bulduğum mesele, Adalet Ağaoğlu’nun yapmış olduğu hatayı bir entelektüel olarak yapmış olmasıdır. Daha açık bir anlatımla, bir iktidar sevdasının ya da yakınlığının sonucu değildir aldığı tavır! Ne yazık ki birçokları evet ama yetmezciliği iktidar ilişkilerine girebilmenin bir aracı olarak gördüler. Ağaoğlu’nun böyle bir tutumu yoktur.

O bir kez daha ifade etmek gerekirse bir entelektüel olarak bilmediği kesinliklerin ötesine geçme riskini almış ve başarısız olmuştur. Dahası Aydınlanmacı dünyada yanılmak, insan içindir. O nedenle eğer biri Adalet Ağaoğlu’nu nasıl bilirsiniz diye soracak olursa benim yanıtım, “iyi bilirdik, hesap kitap içinde olmayan bir entelektüel, çok değerli bir romancıydı olur”.

Dahası romanları bizim evde Zola’nın eserlerinin yanında durur!