Türkiye’de hukuk yok değil; bilakis hukuk var, hatta çok fazla hukuk var ama ancak yokluğuyla var olabilen, yokluğu varlığını belirleyen bir biçimiyle var ve bu yokluk/varlık halinin hukuku, iktidarın elinde bir silaha dönüştürmesiyle var.

Bu rejim mahkeme salonlarında, sahte delillerle, kumpas davalarla, düzmece iddianamelerle inşa edildi, özellikle rejim inşasına taş koyabileceği düşünülen devlet içerisindeki kadrolar mahkeme salonlarında, bu davalar aracılığıyla tasfiye edildi; yani hukuk, bu salonlarda yok haliyle var olarak işledi, yani aslında her şey “hukuk içerisinde” gerçekleşti. Yaşanan bir tür “iç savaş”tı ve yenilenlere “düşman hukuku” uygulandı, “savaş esiri” muamelesi yapıldı, Silivri ise savaş esirlerinin konulduğu bir toplama kampıydı adeta.

Bu hukuk düzenini iktidar partisi ve Cemaat birlikte inşa ettiler, Cemaat’in emniyet-yargı entegre yapılanması, hâkimiyle, savcısıyla, polisiyle bu hukuk düzeninin esas mimarıydı, iktidar partisi ise yasama ve yürütmeyi elinde tutmanın gücüyle, gereken kanun, tüzük vb. değişiklikleri yaptı, Cemaat’in elini kolaylaştırdı, önünü açtı.

Tasfiyeler başarıyla gerçekleştirilip devlet ele geçirildikten sonra, koalisyon ortakları bu sefer kendi aralarında bir egemenlik mücadelesine, bir “iç savaş”a girişince yine hukuka başvurdular. Cemaat emniyet-yargı entegre yapılanmasıyla hukuk silahını eski ortağı ve yeni düşmanına yöneltti. Hakan Fidan’ı tutuklama girişimi bunun ürünüydü, 17-25 Aralık’ta düşmanlarını içerideki en zayıf yerinden, yani yolsuzluklar üzerinden vurdular. Dışarıdaki zayıf nokta ise Suriye savaşına, cihatçılara gönderilen silahlardı. Yine bir hukuk hamlesi yapıldı ve Cemaat’in “kamikaze” savcıları MİT TIR’larını durdurdular. İktidar partisi ise buna elinde tuttuğu yürütme aygıtı üzerinden yanıt verdi, hemen genelgeler çıkarıldı, emniyet-yargı entegre yapılanmasını dağıtmak için görevden almalar, tayinler gerçekleştirildi, savcıların, polislerin yerleri değiştirildi vs. Hukuk burada da görev başındaydı dolayısıyla.

Erken doğuma zorlandığını tahmin ettiğimiz 15 Temmuz Darbe Girişimi, Cemaat emniyet-yargıdaki gücünü yitirip operasyon yapamaz hale geldiğinde gerçekleşti, son çare olarak ordudaki örgütlenme devreye sokulmuş ve bir darbe aracılığıyla iktidar partisi devrilmek istenmişti ama olmadı. “İç savaş”ın galibi olan taraf, yenilen tarafı yine “savaş esiri” olarak gördü ve ciddi işkence iddialarında hatırlatarak söyleyelim, yeni rejimin sembol mekânı olarak Silivri bu sefer de geçmişte başkalarını oraya gönderilenlerle dolduruldu. Şu an çok sayıda mahkemede çok sayıda darbe davası görülüyor, yeni iddianameler hazırlanıyor, binlerce kişi mahkemeye çıkmak için tutuklu bir şekilde gün sayıyor.

Ancak hukukun bir silah olarak kullanımı sadece bu iki İslamcı fraksiyon arasındaki iç savaşla ilgili değil. Geçmişte rejimi inşa için kullanılan hukuk, bu sefer rejimi muhafaza etmek için, “rejim muhalifleri”ne karşı kullanılıyor ve bunun en açık seçik şekilde gözlemlenebildiği mevzu, “Cumhurbaşkanına hakaret” vakalarındaki artış. Daha doğrusu, vaka artışından ziyade hukuk sisteminin bu konuya dair “hassasiyet”inden söz etmek gerekiyor: Adeta icat edilmiş bir suç olarak “Cumhurbaşkanına hakaret”, Demokles’in Kılıcı misali muhaliflerin tepesinde tavizsiz bir şekilde salınıyor, salınmaya devam ediyor.

Artık Türkiye’de “rejime karşı işlenen suçlar” diye fiili bir kategori var, doğru ama bir de rejimin, hukuken suç sayıldığı halde, fiilen suç saymadığı ve “cezasızlık” uygulamasına gittiği şeyler var. Örneğin polis eskisine nazaran daha kolay insan öldürebiliyor, çünkü muhaliflerin ölümü cinayetten sayılıp cezalandırılmıyor. Anayasa’da devletin nitelikleri arasında laiklik diye bir ibare olduğu halde laiklik karşıtı bütün uygulamalar gözardı ediliyor, çünkü rejim hukuken değil ama fiilen laikliği kendisine ait bir ilke olarak görmüyor. Kadınlara yönelik giyim kuşam üzerinden yapılan saldırılarda saldırganlar kamuoyu tepkisinden ötürü gözaltına alınıyor ama kısa süre sonra ya da bir süre tutuklu kaldıktan sonra, yani ortalığın sakinleştiği düşünülünce salınıyor. Çünkü rejim, toplumsal alanın dinselleştirilmesine dair bilinçli bir politika izliyor ve bu tür saldırıları hoş gördüğü gibi, giyim kuşamı itibariyle “makbul vatandaş” sayılmayanları bir terbiye aracı olarak değerlendiriyor. Aynı şekilde Mustafa Kemal’e yönelik hakaretlerde de benzer bir yöntem izleniyor ve bunun aslında bir “suç” olmadığı toplumsal hafızaya kazınmaya çalışılıyor.

Rejimin sembollerine, değerlerine, kurumlarına, uygulamalarına, partisine, liderine yönelik her türlü muhalif tutumun hukuk üzerinden kriminalleştirildiği, yani suç haline getirildiği ve muhaliflere ya da sembollerine ve değerlerine yönelik her türlü saldırının “cezasızlık”la karşılaştığı, yokluğuyla var olabilen, OHAL’in asıl belirleyicisi olduğu, KHK’lerin damgasını vurduğu bir hukuk sistemiyle karşı karşıyayız velhasıl.

Tam da “adalet” üzerine düşündüğümüz, konuştuğumuz, yazıp çizdiğimiz bir dönemde, adalet talebini soyut bir adalet kavramı üzerine inşa etmenin ötesine geçebilmek ve somutlaştırabilmek için adaletle hukuk arasındaki bağı hatırlamamız, bu bağa bizzat güncel örnekler üzerinden bakmamız gerekiyor. Çünkü bu, adalet, hukuk ve siyaset arasındaki bağı görmemiz anlamına da gelecek aynı zamanda.