Hafta başında Silivri’de Cumhuriyet Davası vardı. Yarın da Ankara’da Nuriye Gülmen- Semih Özakça Davası’nın ilk duruşması yapılacak. İki eğitimci açlık grevlerinin 189. gününde yargılanmaya başlayacaklar.

Peki “suçları” ne?

İşlerine geri dönmeyi istemek!

Cumhuriyet Davasında yargılanan, bir yıla yakın süredir tutuklu olarak Silivri Cezaevinde tutuklu bulunan gazetecilerin “suçları” var mı? İddianameler ortada; 11 Eylül’de yapılan son duruşmada iddia makamı ile yargılama heyetinin sanıklara yönelik soruları da suçlamadan ziyade okur şikâyetleri ve dilekleri olarak dikkate alınabilecek türden yakınmalardan öteye gidemeyecek şeyler…

İddianameler çöktü ama yargılamalar ve tutukluluk halleri sürüyor.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’da da durum farklı değil. Açlık grevlerinin 75. günlerinde tutuklandıklarında savcılığın soruları, ortada suç olmadığının açık bir kanıtıdır:

“Ölümle ne gibi bir fayda sağlamayı düşünüyorsunuz?

Ortaçağda engizisyon mahkemelerinde ancak böyle akıl fikir sınırlarını zorlayan yargılamalar yapılabiliyordu. Bu yüzden o dönem “karanlık çağ” diye anıldı.

2017 Türkiye’si ilerde acaba nasıl anılacak?

Yurt dışında, başka ülkelerde insan hakları ihlalleri meydana geldiğinde AKP iktidarı büyük bir telaş ve heyecanla harekete geçiyor. Birleşmiş milletleri, insani yardım kuruluşlarını harekete geçirmek için diplomatik temaslara başlıyor.

Hepsi iyi güzel…

Ama sormazlar mı, sen kendi ülkende olan bitene bakıyor musun?

Zaten soruyorlar da…

İktidar böylesi soruları duymazdan geliyor, ya da iddianamelerde bile olmayan suçlamalar ile propaganda malzemeleri kullanıyor.

Türkiye uluslararası alanda büyük bir itibar kaybı yaşıyor.

Bir bakanı yabancı ülkede mülteci muamelesi görerek sınır dışı ediliyor. Bir başka bakanı ise sanık haline getiriliyor. Sonuç olarak Türkiye’nin itibarından yontuluyor her şey.

Neden böyle oluyor?

Sınırsız iktidar gücü kendini her türlü denetimin dışında tutunca fazla uzun olmayan zamanda hiç beklenmedik itibarsızlık sınırlarına tosluyor.

Oysa zamanında parlamento denetimi yapılıp eğer suçluları varsa sorumluların yargı önüne çıkartılmaları gerekiyordu.

Vakti zamanında üzerlerine atılı suçlamalar bulunan ne kadar siyaset adamı ve bürokrat hepsi görevlerini bırakmak zorunda kaldılar.

Madem ki hepsi “temiz” görevlerine neden devam etmiyorlar?

Onların yerine suçsuz insanlar yangılanıyorlar.

Hafta başında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin 37. yılı geride kaldı.

12 Eylül’ün en temel özelliği adaletsiz yargılamalardı. Bir de sıkıyönetim komutanlarının keyfi uygulamaları vardı.

Ünlü 1402 Sayılı sıkıyönetim kanunu ile üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenlerin sayısı 120 kişi idi. Yazıyla da yazalım, yüz yirmi kişi…

Yeni Demokrasi getiriyoruz diye iktidarın sınırsızlığında yürüyenlerin döneminde üniversiteden uzaklaştırılan akademisyenlerin sayısı ne kadar?

Sekiz bin dört yüz yirmi yedi, bir de böyle yazalım: 8427!

12 Eylül 1980 ile 1990 arasındaki dokuz yılda hapishanelerde 52.000 kişi çile doldurdu.

2017’nin “özgür”, “demokratik” parlamentosu açık Türkiye’sinde 224 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların 69.301’i de öğrenci… Yani hapishanelerde onlarca üniversite kelepçelenmiş halde duruyor.

14 Eylül 2017 için tarih baba şunları yazacak:

“İnsanlar adalet ve onurları için ölümüne direniyorlardı!