“Adalet”in kirli yüzü: Linç öyküleri

MİNE KRAUSE

“Hikâyeler feci namussuz bir şeyi anlatıyor…” cümlesiyle noktalıyor Tanıl Bora Linç Öyküleri için yazdığı önsözü. Lincin özeti de gerçekten budur: “feci” ve “namussuz”. Oya Baydar, Pınar Öğünç, Mehmet Eroğlu, Mine Söğüt, Behçet Çelik ve daha birçok yazar, farklı linç hikâyelerini anlatarak, bu deneyimleri ve tanıklıkları, etkileyici bir edebiyat eserine dönüştürmeyi başarmış. O kadar sarsıcı ki bu öyküler, vicdanımızın en derin, en kırılgan noktasına değiyorlar. Adalet duygumuzu ayağa kaldırdığından olsa gerek, peşimizi bir türlü bırakmıyorlar…

Öykülere tek tek yakından bakıldığında, linç olayının asıl konu olmadığı anlaşılıyor. Yazarların ilgisini daha çok lincin koşulları, bu koşulları hazırlayan zeminin çektiğini görüyoruz. Suç ve ceza, adalet ve haksızlık, cesaret ve korkaklık arasında hareket eden insanların toplumsal baskı altındaki davranışları, insani olmasını beklediğimiz reflekslerin hangi şekillere büründüğüne tanık oluyoruz. Bütün bu karakter arasında, lince engel olmayan “tür”, en az linç edenin kendisi kadar tehlikelidir. Başında öyle görünmese de tekmeleri, yumrukları seyredip “dur” demeyen, engel olmayan, dahası “vur ulan vur” diye bağıranlar, aslında her lincin en faal işbirlikçisidir.

Bu işbirlikçi insan tipi, linci bizzat bir cezalandırma yöntemi olarak kullanmasa da, susarak, seyrederek, engel olmayarak ortaya çıkan dehşet verici şiddetin önemli bir parçasına dönüşüyor. Kimi zaman da açık destek sergileyerek, şiddetin artmasına, böylece öldürme isteğine dönüşmesine yol açabiliyor bile.

Kim böylesi zalimce bir cezalandırma hakkına sahip olabilir? Öyle görünüyor ki, kendi inançlarını kayıtsız şartsız doğru bulan herkes. Lince ortaklık edenler şaşılacak kadar birbirine benzerken, öykülerdeki kurban türleri farklı farklı: Bir Anadolu çocuğu, bir Hıristiyan, tecavüze uğrayan kadınlar, sarhoş yoksul bir adam, İstiklal Marşı okumayanlar, eşcinseller, orospular... Ötekileştirmekten zevk duyanlar; birini “terörist”, “vatan haini” ya da “bölücü piç” olarak tanımlarken, bilerek toplumun nefretini kasıtlı olarak kurbanlara doğru yönlendiriyor. Toplum içinde bu nefretle hemen doluveren, linç etmeye en hazır olanlar ise az bilgililer. Biliyoruz ki, eğitimsiz kişilerin beyinleri kolay yıkanabilir. Söz dinlerler, itaat ederler. Farklı olan insanlardan korkanlar da “ötekileri” önce kelimelerle öldürmeye kalkar, sonra da yerde kıvrılmış, kanayan kurbanları tekmelemeye devam eder, sopayla vurur, arkasından taş atarlar.

“Haklı” olan çoğunluk, azınlığı ezerek susturur. Tarih bunu bize dünyanın farklı farklı yerlerinde yüzyıllar boyunca gösterdi. Kutsal kitapta linç düşüncesini çağrıştıran bir satır var: “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın” (Yuhanna 8:7). Kendini günahsız görenler, kendilerine özgü bir sözümona “adalet” duygusuyla hakim rolünü oynayarak toplumu lince ikna ederler. Ki, linç toplumsal bir eylem, tek kişinin gerçekleştirmesi doğası gereği mümkün değil. Bu süreçte bazı iktidarların, sanatın yumuşak etkilerini yok ederek amaçları doğrultusunda figüran orduları oluşturduğunun da tanığıyız. Kurbanları, geride kalan ailelerini, arkadaşlarını düşünen kimse yok bu insanlık dışı eylemin dinamiğinde.

Linç karşısında duyulan bu derin acıyı, kelimelerin yetersizliğini, ölümün merhametsizliğini de etkileyici bir tarzda anlatıyor yazarlar. Öykülerin çoğu 4-5 sayfadan uzun olmayışı da dilin yetmediğine işaret ediyor. İnsan linç gibi bir barbarlık ile yüzyüze geldiğinde sessiz, soluksuz kalıyor. Sözcükler boğazında düğümleniyor. Yazarlarda da anlaşılan öyle olmuş.

Önsözünde şöyle yazıyor Tanıl Bora: İleride, yıllar sonra, başka zamanlar olacaktır diye yazıyoruz bunu, birileri bu hikâyeleri okurken, yazarların vicdani huzursuzluğunu hissedecektir mutlaka. Başka zamanlar dedik, umarız, gelecekte bugünlere “güzel günlermiş”, sonraları daha neler neler oldu diyen çıkmaz. Bu kitaptaki saklı uyarıları içselleştirip, vuranlara “dur” diyenler, yaşanılası günlere doğru bir adım atmış olur. Linç ile adalet nasıl yanyana gelebilir ki… Kimin kimi taşlarla, sopalarla, tekmelerle, silahlarla yargılama hakkı olabilir. Ortak noktamız insan olmaktır. İnsanlık duygusunu yitirmemiş olan da “Vur, bir daha vur!” demez. “Dur” der.