“Burada devlet benim, adalet benim!”

“Burada devlet benim, adalet benim!”

İşkenceci polisin meşhur ve meşum lafıdır, sokakta ya da şubede. Devlet tarafının adalet kavramına nasıl baktığının da kısa ve “vurucu” özetidir.

Dün Ethem Sarısülük’ün duruşması vardı. Katil sanığı polis Ahmet Şahbaz’ın avukatı, “müvekkilinin terör örgütlerinin hedefinde olduğundan” şikâyetçi oldu. Sanığın tutuklanması talebi ilk duruşmadan beri reddedilen, hatta yargılamanın başlaması için gerekli olan “sanığın kimliğinin tespiti” için yaptığı istekler bile reddedilen avukat Kazım Bayraktar da “Terör örgütlerinin tehdidi mi var? En güvenli yer hapishanedir, tutuklayın o zaman” dedi.

Mahkeme bu talebi de reddetti.
Duruşma haberi her yerde “sanık polis Şahbaz’ın mahkemeye getirilmesi kararı verildiği” başlığıyla çıktı. Dikkatlerden kaçan şu: Polis Şahbaz’a yakalama kararı çıkarılmadı, sadece çağrı kağıdı gidecek. O da büyük ihtimalle “hastayım, o gün müsait değilim, çağrı elime ulaşmadı, yerim dar” gibi bahanelerle yine duruşmaya gitmeyecek.

Ethem Sarısülük’ü vurduğu alenen kameralarca kayıt edilen, hatta memleketin canlı yayında tanık olduğu bir cinayetin sanığı olan Şahbaz’ın tutuklanmaması gerçekten “skandal” mı, yargılama rutini mi?

Bence asıl skandal, sanık polis Şahbaz’ın kimliğinin açık bir duruşmada tespit edilememiş olması. Asıl skandal, sadece ilk duruşmaya getirilen, onda da peruk, gözlük ve takma bıyıkla saklanan Şahbaz’ın dava dosyasına sekiz ay sonra giren fotoğrafının, mahkemenin kasasında korunacak olması. Ethem’in avukatlarına, fotoğrafın fotokopisini alma izni bile verilmedi. Yani, yargılama bitse ve polis ceza alsa bile, cezalandırılan kişinin gerçekten Ahmet Şahbaz olup olmadığını asla öğrenemeyeceğiz. Avukat Bayraktar bu durumu “gizli sanıklık” diye açıklamıştı.

Hadi bırakın 90 yıllık yargı çetelesini, Gezi Direnişi’nde öldürülenlerin hangisiyle ilgili “etkin soruşturma ve adil yargılama” yapıldı ki?

Mehmet Ayvalıtaş davasında, polisler sicil numaraları ve imzalarıyla delil CD’lerini ve belgelerini teslim aldılar. CD’ler kayboldu. Aylar sonra avukatın şikâyeti üzerine dava dosyasına giren bu “yeni” delillere göre, olayda Mehmet’e çarpan başka bir araç olabileceği ortaya çıktı. Çıktığı gibi de kaldı, davada da bir ilerleme kaydedilmedi.

Antakya’da öldürülen Abdullah Cömert’i hangi akrep aracındaki polisin vurduğunun tespiti için TİB kayıtları istendi. TİB dalga geçer gibi savcıya, polislerin telefonlarının hangi baz istasyonlarından sinyal aldığını değil, o akşam yaptıkları konuşmaların-mesajlaşmaların dökümünü gönderdi.

Hasan Ferit Gedik’in vurulduğunda üzerinde olan kıyafetleri hastaneden çalındı, halen kayıp. Savcı da aramıyor zaten. Dosya üç kez savcı değiştirdi, bırakın yargılamayı, iddianame bile yazılmadı.

Berkin Elvan’ı vurmuş olabilecek polislerin fotoğrafı bile çıktı, ama Emniyet savcılığa dalga geçer gibi yüzlerce polisin adını gönderdi, “İşte bunlardan biri yapmış, bakıverin” diye.

Ali İsmail Korkmaz’ın davası parçalara bölündü, her parçasında ayrı skandal yaşanıyor.
Medeni Yıldırım’ın ölümü soruşturulmadı. Dosya Lice’den Diyarbakır’a gönderildi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı da gizlilik kararı koydu. Halen o gizliliğin içerisindeyiz.

Ahmet Atakan’ın ölümünün üzerinden yedi ay geçti. Adli Tıp hâlâ “ölüm sebebini belirleyemedi.”
Adalet mi arıyorsunuz? Bu mahkemelerden, bu savcılardan, bu devletten mi?