Bülent Mumay’a attığı tweetlerin sorulması davaya ilişkilendirmekte, delil bulmakta zorlandıklarını gösteriyordu. Mumay’a sorulan bir diğer soruysa “Can Dündar’ı desteklemek için neden Silivri’ye nöbete gittiği”ydi

Adalet mülkün temeli

ELİF ILGAZ
Gazeteci

Yine adliye önündeyim. Bu defa ‘15 Temmuz darbe girişimi’ kapsamında 4 gündür gözaltında tutulan, aralarında Bülent Mumay, Arda Akın ve Nazlı Ilıcak’ın da bulunduğu, 21 gazetecinin savcılıkta verecekleri ifadeyi takip etmek için Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı’na gittim. Bir gece önce Bülent Mumay için yakınları #GazeteciBülentMumaySerbestKalsın etiketiyle destek çağrısında bulunmuştu.

Gelenler arasında son yıllarda basın davalarında sıkça bir arada olduğumuz gazeteci dostlarımız vardı. Bülent Mumay da onlardan biriydi aslında. Hürriyet gazetesinden çıkarıldığından beri adliyelere desteğe daha sık gelir olmuştu. Bu kez onun için adliye koridorlarında olmak hayli endişe vericiyken, buna bir de ertesi sabah ifade vermek için savcılığa gideceğini duyurmuş olmasına rağmen gece evinden apar topar gözaltına alınması eklenmişti. Ters kelepçeyle gözaltına alınan gazeteciler bile vardı. Adliyenin D Blok 7. katında ‘terör’ davalarına bakan 4 savcı ifadelerini alırken, kararı bekleyenlerin konuştuğu konuların başında bu konu; gözaltına alınış biçimleri geliyordu. Cemaatle bağlantısı olduğu düşünülen yayın kuruluşlarında çalışmış gazetecilerle, Hürriyet Dijital Yayınlar Koordinatörlüğünü yürütmüş Bülent Mumay’ın aynı dava içinde soruşturulmaları, Ergenekon davası sırasında yaşananları çağrıştırıyor, bu davanın da ‘torba’ davaya dönüşebileceği kaygısını arttırıyordu. Bu soruşturmayla ilgili gazetecilerden en çok duyduğum söz ise sanırım “Bülent ya, bizim Bülent, tanırsın, ne alaka” idi.

Aslında benzer kaygı belli ki savcılarda da vardı. Zira Bülent Mumay’a attığı tweetlerin sorulması davaya ilişkilendirmekte, delil bulmakta zorlandıklarını gösteriyordu. Mumay’a sorulan bir diğer soruysa “Can Dündar’ı desteklemek için neden Silivri’ye nöbete gittiği”ydi. Mesleki dayanışma için gidilen bu eylemlerin ‘terör’ kapsamında sorulması da çok tedirgin ediciydi. Avukatlar aralarda yanımıza gelerek bizleri durumdan haberdar ettiler. Nazlı Ilıcak ifade için ilk alınanlardandı ve savcının odasında iki saatten fazla kaldı. Genellikle sorulan sorular “FETÖ sizce bir terör örgütü müdür?” ya da “FETÖ’nün basın kolunda olduğunuz söyleniyor doğru mu” türünde algıya yönelik sorular sormuşlar.

Koridorda beklediğimiz sırada Leman Mizah Dergisi’nin dağıtılmadan toplatılan ‘Darbe Özel Sayısı’ paketler halinde savcılığa getirildi. Belli ki bir taraftan da onun soruşturması yürütülüyordu.

Onlar daha çocuk

Öğleden sonra desteğe gelen gazeteciler azalırken, yerlerini aynı katta görülecek olan Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinin velilerine bıraktılar. 15 Temmuz gecesinden beri beni en çok etkileyen olaylardan biri de bu 62 çocuğun yaşadığıydı. Yaşları 14 ile 17 arası değişen 62 çocuk o gece derdest edilip tutuklanmıştı. Gazetecilerin davasını bırakıp o ailelerle konuştum. Kimisi bütünleme sınavı, kimisi kokteyl var, kimisi de Fenerbahçeliler okula geldi diye çağrılmış o gün. İsim ve görüntü vermek istemediler. Bir baba duvarın dibine çömelmiş ağlıyor. “15 yaşında çocuk” diyor gözyaşlarını silerken... Çocukları o gün okuldan aranmışlar. Komutan değiştiği ve onlarla tanışmak istediği için okulda kokteyl olacağını söylemişler. Aileler de bırakmış çocuklarını. Saat altı gibi çocuklar arayıp kokteylin daha geç saatte başlayacağını söylemişler. Sonrasında çocuklara kamuflaj giysileri giydirilmiş, ellerine G3’ler verilmiş Kuleli Askeri Lisesi’nin önünde beklemeleri istenmiş. Çocuklar sabah telefon etmişler Üsküdar Çocuk Şube’deyiz diye.

Aileler çok tedirgin. Zira çocukları ‘vatan hainliği’yle suçlanıyor. Konuşmak istemiyorlar. Anneler göz teması bile kurmuyor. Birkaç kez kendi aralarında, o gece darbeyi durdurmak için sokağa çıktıklarından bahsederken duydum. Çocukları darbe girişiminde yer aldı diye FETÖ’cü, yani vatan haini olarak anılmaktan korkuyorlar. 15 Temmuzdan beri, tam 2 haftadır evlatlarını görmüyorlar. İnsanın yüreği sızlıyor. Gazetelerde bir babanın isyanını okumuştum “Bilmiyorlar ki çocuklar ne olduğunu, tatbikat sanıyorlar. Çocuklarımız kandırıldı” diyor. Koca koca adamlar ‘kandırılırken’ çocukların da kandırılabileceğini elbette tahmin edebiliyor insan. Ailelerin kendi avukatları yok. Baro bir avukat atamış. Tanımıyorlar bile.

Yine darbe girişiminin hemen sonrasında askeri okulda okuyan bir çocuk çıkmıştı televizyona. Annesi-babası ölmüş anneannesi bakıyormuş ona. ‘O da ne yapsın?” çok yaşlıymış “baş edemem seninle” deyip vermiş askeri okula. ‘Eti senin kemiği benim’ misali. Çocuk serbest bırakılmıştı. Ama o günden beri aklımda. Velev ki o çocuğu cemaatçi öğretmenler yetiştirdi ve cemaatçi olmuş, bunun sorumlusu, suçlusu o çocuk mu, o eğitimi veren o okullarda gerekli denetimleri yapmayan devletin hiç mi suçu yok? Kaldı ki çocuk tüm bunların dışında, bütünleme sınavını geçmek için tatbikat yaptığını sanan diğer çocuklardan biri de olabilir. Kesinlikle, çocukların yaşanan bu kargaşanın dışında tutulması gerektiğine savunuyorum.

Gün boyu koridorun bir tarafında o aileler, diğer tarafında gazeteciler endişeyle çıkacak kararı beklemeyi sürdürdük. Akşama doğru adliye kapatnacağı için güvenlikçiler koridoru boşaltmamızı istediğinde, kimse ayrılmak istemedi. Kısa bir gerginlikten sonra herkes mecburen dışarı çıktı.

Saat 20.30 civarı gazeteci Bülent Mumay’ın adli kontrol gerekmeksizin serbest bırakıldığını öğrendik. Ben Çağlayan’dan ayrılırken 20 gazeteci ve 62 öğrenci çocuk hakkında karar verilmemişti.

Gece ilerleyen saatlerde Nazlı Ilıcak’la birlikte 17 gazetecinin tutuklandığı, Arda Akın’la birlikte 3 gazetecinin daha serbest bırakıldığı haberi geldi.

Post-travma

Her geçen gün ortaya çıkan görüntülerle 15 Temmuz darbe girişiminin boyutlarını görüyoruz. Kendi halkına kurşun sıkan asker görüntüleri gitmiyor gözlerimizden. Keza tankların önüne cansiperane yatanlarınki de... Milletçe büyük bir travma yaşadık.

Kurunun yanın da yaş da yanacak mı?

İçişleri Bakanı Efkan Ala 15 Temmuz’dan bu yana 18 bin 44 kişinin gözaltına alındığını 9 bin 677 kişinin tutuklandığını ve 49 bin kişinin pasaportuna el konduğunu açıkladı. Öte yandan çok sayıda gazetelerin, televizyonların ve dergilerin kapatılması, başta eğitim olmak üzere bir çok alanda görevden almalar... Şimdi kritik soru şu: Kurunun yanında yaş da mı yanıyor? Muhalefete yönelik OHAL mi uygulanıyor?

“Sana dava açacağım”
adalet-mulkun-temeli-167309-1.

“... Belki bu süreç altı ay bir yıl sonra geçecek. Ancak benim buna dayanacak halim yok. Öncelikle başınızı öne eğdirecek hiçbir şey yapmadım. Başınızı dik tutun! Ama ben bu hukuksuzlukla yaşayamam. Yaşadıklarımı ikinci defa kaldırmam mümkün değil... O deliğe dönmektense mezara girmeyi tercih ederim. Belki benim ölümüm benim durumumda olanların aydınlığa çıkışına bir ışık olur. Boşu boşuna ölmemiş olurum. (...) Yalnız içim buruk ve kırgın. Bana bu oyunu oynayanlara ve sahip çıkmayanlara kırgınım. Hukuksuzluk sürecine hukuk adına saygı gösterilemez bu şekilde giderseniz ne yönetecek bir ordu, ne yaşayacak bir cumhuriyet, ne de bir ülke bulamayacaksınız... Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum.”

Bu son satırlar 19 Aralık 2009’da Ergenekon davası kapsamında ikinci kez tutuklanacak olan Yarbay Ali Tatar’a ait.

Aklımda binlerce soru

Darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz gecesinden beri aklımda binlerce soru... Ama içlerinde en çok cevabını bulmaya ihtiyacım olan, bunca can kaybı, yara, nefret, şiddet ve kötülüğün ardından nasıl iyileşeceğimiz?

Yaşananların Ergenekon Davası döneminde yaşananlarla benzerlikleri var. Aynı nefret ve öfkeyle cemaat o dönem de başta askeri, medyayı, siyasileri, iş adamlarını ve muhalefeti tasfiye ederek, ülkeyi kaosa sokma planları yapmıştı. Yargıyı ele geçirmiş insanları cezaevlerinde senelerce tutarak sevdiklerinden özgürlüklerinden hayatlarından alıkoymuştu. Ölenler öldükleriyle kaldılar, yaşanan acılar hala taze...

Tüm bunlara rağmen az önce sorduğum “bunca can kaybı, yara, nefret, şiddet ve kötülüğün ardından biz nasıl iyileşeceğiz?” sorunun yanıtını yukarıdaki mektubun ardından eşini son yolculuğuna uğurlayan Nilüfer Tatar’ın savcı Süleyman Pehlivan’a isyanında buluyorum.

“Süleyman Pehlivan, sen kimin adamasın kocama niye tutuklama kararı gönderdin? Yeni delil yok elinde, hiçbir şey yok, niye? Sana dava açacağım, bana hesap vereceksin! Dün gece rahat uyudun mu, Süleyman Pehlivan?”

O acılı anda bile, o öfkeyle yine hukuka sığınmasında buluyorum tek çıkışımızı. “Sana dava açacağım!” deyişinde...

Ya da Ali Tatar’ın abisi Ahmet Tatar’ın 15 Temmuz darbe girişimi sonrası hakkında tutuklama kararı çıkan savcı Süleyman Pehlivan’ın kaçtığını öğrendiğindeki öfkesinde...

“Şimdi sana sesleniyorum Süleyman Pehlivan, korkma. Biz senin adam gibi gelip, adil yargı karşısında hesap vermeni istiyoruz. O kadar. Sana hukuki uygulamaların dışında bir şey yapmaya kalkan olursa önce karşısına biz dikiliriz. Bizim niyetimiz senden öç almak değil. Biz adaletin yerini bulmasını istiyoruz. Bizim Ali’ye verdiğimiz söz bu.”

Bizim de geleceğimiz, çocuklarımızın geleceği için vereceğimiz söz bu olmalı. Sadece bizim değil elbet, en başta siyasilerin, kanun koyucuların ve denetleyenlerin.

Yaşanan bunca acıdan, yıkımdan sonra inşaa edeceğimiz gelecek de adaletin temelleri üzerine kurulmalı.