Türkiye, RT Erdoğan reisliği altında AKP’li yirmi yıl geçirdi. Bu süre üç kurgusal kuşak üzerinde oluşturduğu etkiler üzerinden değerlendirilebilir. Bu kuşaklar 12 Eylül 1980 Darbesi öncesi ilk gençlik yıllarında olanlar, 12 Eylül Darbesi’nden sonra doğup büyüyenler ve doksanların ikinci yarısı ile iki binlerin başında doğup sadece AKP yönetimi altında büyüyüp, önümüzdeki seçimlerde oy verecek olanlar.

Oy kullanacak bu üç grubun Türkiye nüfusuna oransal dağılımı kabaca şöyle. Genel nüfusun yüzde20’si 12 Eylül öncesini biliyor. Yüzde50’si 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde büyümüş, yüzde23’ü ise sadece AKP rejimi altında yaşamış. Sadece oy kullanacaklar toplamı üzerinden oranlandığında 12 Eylül öncesini bilenlerin oranı daha da düşüyor.


***

Bu sayılar önemli mi? İlkin Türkiye’de 12 Eylül öncesini bilen ve halen yaşayan insanların nüfusun sadece yüzde20’sinden azı olmasına bakalım. Bu grup çok partili demokrasi, seçim, meclis, “sol” ve “sağ” kavramlarını bilen, sosyalizmden haberdar bir grup. Bir anlamda “eski Türkiye”. Oy kullanacak nüfusun ezici çoğunluğu askeri faşist bir darbe ile düzenlenmiş bir ekonomik toplumsal siyasal rejim altında büyüdüler. İşte “yeni Türkiye” diye bir şey varsa, onlar bu gruptalar.

Yeni Türkiye’nin karakterini inşa eden ekonomipolitik “vasat” neydi? Bu sorunun yanıtı üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Faşizmin zulüm ve işkencesi altında sindirilmiş, susturulmuş, korkudan ödü patlatılmış ve “sol memesinin altındaki cevahiri kesilmiş” bir Türkiye’ydi. Sosyalistleri, devrimcileri işkencede, cezaevlerinde öldürülmüş, kıyılmış bir Türkiye. Daha sonrasında da Kürt hareketinin solculukla bir ve aynı şey olarak dayatıldığı bir Türkiye! Solsuz, solcusuz…

Solsuz ve solcusuz bırakılmış, neoliberalizmin ve dincileştirmenin egemenliği altında önce askeri cunta, ardından yarı askeri yönetim, ardından da hızla dinci, tek adamcı yeni tip faşizm boyunduruğunda tutulan bir Türkiye.

12 Eylül Darbesi’nden bu yana Türkiye vasatında yetiştirilen iki “baskın” karakter var diyebiliriz. İlki halen yönetimde olan. Çete tipi örgütlenen, sadece kendi çıkarı için hiçbir ilke, kural, ahlak tanımayan yağmacı karakter. İkincisi ise aynı ekonomipolitik koşullar altında “kurallı bir yaşam savaşı” isteyen karakter. İkisinin de ortak yönü, hayatın bir tür “bireysel savaş” olduğu. Güçlü olanın hayatta kalacağı, kazananın her şeyi alacağı, eşitsizliği “doğal hal” olarak gören ama kimsenin de kimsenin nasıl yaşadığına karışamayacağı bir dünya.

***

Kimsenin kimsenin hayatına karışamayacağı ilkesi çok sevimli görünüyor değil mi? Sen benim mini eteğime karışma ben de senin türbanına karışmayayım gibi. Ama aslında bu ilkenin özü sen benim ne kazandığıma ve ne kadar zengin olduğuma karışma, ben de senin kaldırımda aç, sefil bir evsiz olarak yaşamana karışmayayım demek.

Adalet ve liyakati seçim sloganı olarak benimseyenleri bekleyen tuzak aslında bir tür ‘kırk katır mı kırk satır mı’ beklentisine kapılmaları. Hiç şüphesiz RTE’de simgelenen tek adam rejimi diğer tartışmaları haklı olarak gölgeliyor ve oy sandığı başındaki davranışı en çok bu hal belirleyecek. Ama önümüzdeki seçimi bu iki baskın karakterin şimdiki halleriyle belirlemelerine de karşı çıkmak boynumuzun borcu olmalı.

Cevahir ölmez; adalet ve liyakatin ötesine geçerek eşitlik, hakkaniyet ve insanca özgürlük için, atmaya ve damarlarımıza solu pompalamaya devam eder. Onlar karartamazlar, yeter ki biz inanalım.