'Adalet’ talebiyle kırk dereceye varan sıcaklarda günlerce sürecek yürüyüşü göze alanlar egemen aklın tahakkümüne meydan okurken gece saat on ikide metroda yalnız başına bir kadına da ses oluyorlar, gaspedilmiş ekmeğine sahip çıkmak için açlık grevi yapana da; araba arkasına bağlanıp sürüklenen köpek de onların meselesi, varlığına kastedilen zeytin de

Adalet Yürüyüşü

Onur Behramoğlu

“Mutluluk insanın içini ısıtan, ışıklandıran bir şeydir. ‘İyi ki yaşıyorum’ dedirten şeydir. Kanının iyi dolaştığını, kalbinin gümbür gümbür attığını, yoğun olarak yaşadığını hissettiren şeydir. Mesela, bir temmuz öğlesi dalgalanan başak tarlaları, yağmurdan sonra taze çimenlerin kokusu, üstünde çiy damlası ile sabaha bakan bir gonca. Mutluluk, desti kokan bir bardak sudur. Bir kadının güneşten yanmış kolunun üstündeki altın sarısı ayva tüyleri… Sonra gök kubbe, yıldızlar, sahilin hışırtısı. Bir çocuğun sevinci. Bir yaşlının gülüşü. Mutluluk, mesela, özgürlüktür. Özlü bir şey okuyup yüce insanlarla bir ortaklık kurmaktır. Mesela, gelişmektir, oluşmaktır, sevişmektir. Ağır ağır bir dağa tırmanıp yükseldikçe, bir vakitler bir şey sanılmış tepeciklerin arkasındaki boşluğu fark etmektir.” Mutluluk, başkalarının hakkını savunmak için bir adım öne çıkmak, o ilk adıma yeni adımlar ekleyerek adalet için yürümek, yürüdükçe çoğalıp sıradağları aşmaktır diye sürdürebiliriz Haldun Taner’in sözlerini. Bir vakitler bir şey sanılmış tepeciklerin ardındaki boşluğu, korkunç derecede mana yoksunu suratlarıyla diktatörlerin ve yardakçılarının köksüzlüğünü anlamaktır, ayağımızı ülke toprağına daha bir sağlam bastıkça.

Foucault, “Hepimiz eşcinsel olmalıyız” derken, eşcinsel ilişkiler kurmamızı öğütlüyor değildi, egemen erkek aklını reddetmemizdi istediği. ‘Adalet’ talebiyle kırk dereceye varan sıcaklarda günlerce sürecek yürüyüşü göze alanlar, egemen aklın tahakkümüne meydan okurken gece saat on ikide metroda yalnız başına bir kadına da ses oluyorlar, gaspedilmiş ekmeğine sahip çıkmak için açlık grevi yapana da; Ahmet Şık da yanlarında, Selahattin Demirtaş da; araba arkasına bağlanıp sürüklenen köpek de onların meselesi, varlığına kastedilen zeytin de. İstanbul işgal edilirken şehirde süregiden zulmü postane zaptedilene kadar Mustafa Kemal’e bildiren Manastırlı Hamdi Efendi’den bir yıl boyunca on binlerce askerle o efsanevi Uzun Yürüyüş’ü gerçekleştiren Mao’ya bütün yiğit insanlar bu büyük adalet yürüyüşünün parçası. “Bir devrimcinin havsalası haksızlığı almaz. Alamaz” demişti Fidel; kısa pantolonu ve çırpı bacaklarıyla kıyılarımıza vurarak kalplerimizi dağlayan Aylan ise, suya düştüğünde, “Baba, ne olur ölme!” diyebilmişti sadece. Havsalamızın almadığı haksızlıklara dur demek için, kendi ölümlülüğünü bilmeyen masum çocuklar için adalet! Kapitalizmin yağmaladığı her bir zerremiz için adalet, mücadeleden vazgeçmişleri aramıza katıp safları sıklaştırmak için.

Siyaset biliminin babası Aristoteles, oğluna adadığı "Nikomakhos’a Ahlak"ta adaleti, “erdemin bir bölümü değil, bütünü”, karşıtı olan adaletsizliği de “kötülüğün bir bölümü değil, bütünü” şeklinde tanımlarken, Fernand Braudel, ‘Akdeniz’ adlı eşsiz yapıtta, Slav dilinde hakikat anlamındaki ‘Pravda’nın adalet anlamına da geldiğini hatırlatır. Erdemle, hakikatle bir arada düşünülen kadim bir sözcüğü, adaleti, başka hiçbir sözcüğün yardımına gerek duymaksızın bayrak yapıp yürüyenler, “Tek başına bir cümle, henüz temizdir. Ama hemen bir sonraki cümle onu bir şeylerden yoksun kılar. Söylenmek istenenden daha fazlasını söylememek çok güç” diyen Canetti’yi düşündürdüler bana. Söylenmek istenenden daha fazlasını söylememeyi başaran CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan başlattığı yürüyüşün ilk beş kilometresini yürürken, “Pek çok şeyden gelmeyiz. Pek az şeye doğru ilerliyoruz” diyordum içimden. 15 Temmuz tutuklusu oğlunun hakkını aramak için oruçlu haliyle yollara düşmüş Veysel amcadan adını bilmediğim Alevi dedesine, Marksistten Kemaliste, pek çok şeyden, pek çok yerden gelip pek az şeye, en saf, en arı olana, asgari müştereğimize, erdemin bütününe, hakikate yürüyorduk. Şu dünyada yüzü kızarmaksızın konuşmanın olanaksızlığını bilip tam da bunun mahcubiyetini hissederek. Nefesimizin yürüdükçe açılacağına, yoldaşlığın öğreteceklerini hiçbir muktedirin unutturamayacağına inançla.

İlk yazdığım şiirlerden biri, “Yürümektir aslolan / Asi, huysuz, meraklı / Geçerken değdiğimiz / Her yer aşk sıcaklığında” dizeleriyle biter. Beyoğlubeylere meydan okumuş Köroğlu diyarını en katışıksız Anadolu türküsü güzelliğinde aşan on binler, İstanbul’a yaklaşmaktalar şimdi, geçerken değdikleri her yerde aşk sıcaklığı bırakarak. “Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir” diyorlar, ellerinde sadece ‘Adalet’ yazılı pankartlar. Yol boyu küfredip önlerine gübre atanlara aldırmıyor, “Benim bir karıncaya / Ulu nazarım vardır” diyorlar, ellerinde sadece ‘Adalet’. Dün Madımak sanıklarının avukatı, bugün bakan filan olanlar “Yolları teröristler yürüsün diye yapmadık” buyururken, suya ekmeğe haksızlık etmemek için yaşayan İnce Memet’ler, saçaktaki güvercinin farkında olan Pir Sultan’lar, Karacaoğlan’lar, Bedreddin’ler, sonunda kendilerine bir top yangın edinip yanan elleriyle ‘Adalet’ arayan Kuyucaklı Yusuf’lar, külleri her temmuz Sivas semalarını kaplayan canlarımız adına Altıok Metin’den söylüyorlar:

“Ey benim umudumu / Bölük bölük / Eden hızarlar, / Oluklu hançer, / Güle narh koyanlar; / Şahmaranın başı için / Payınıza düşen ne? / Bir gün sorarlar.
Bil ki gülün ahı, / Hançerin sapı var.”