Bir dönem Nazi rejiminin baş hukukçusu olarak da görev yapan Carl Schmitt egemenlik teorisiyle ilgili yaptığı çalışmalardan “Siyasi İlahiyat” adlı kitabında şöyle der: “Egemen, olağanüstü hale karar verendir.”

Onunla aynı dönemde yaşayan ve Nazilere yakalanmamak için İspanya sınırında intihar eden Walter Benjamin ise “Tarih kavramı Üzerine Tezler’de şöyle demektedir:

“Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü hal’in oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütülen kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır.”

Benjamin burada iki şey söylemektedir. Birincisi olağanüstü hal denilen şey istisna değil kuraldır, egemenler ancak açık ya da üzeri örtük bir olağanüstü hal ile yönetebilirler. Ve ikincisi, yönetilenler, ezilenler, emekçiler, egemenlerin olağanüstü haline karşı kendi olağanüstü hallerini yaratmak zorundadırlar, faşizmle mücadele ancak bu şekilde mümkün olabilecektir.

Bilindiği üzere, 15 Temmuz’a kadar ilan edilmemiş bir olağanüstü halle yönetilen Türkiye, darbe girişimi “Allah’ın bir lütfu” olduğu için resmi olağanüstü halle yönetilmeye başlandı. Kendisini ancak dost-düşman ayrımı üzerinden ve süreklileşmiş bir olağanüstü halle/teyakkuz durumuyla var edebilen rejim için resmileşmiş olağanüstü hal muazzam bir fırsattı. Çünkü bu ilan aracılığıyla anayasanın, anayasal düzenin, hukukun, anayasal kurumların işleyişinin askıya alınması hali resmi bir niteliğe kavuştu. Egemenliğin mekânı şaibeli bir referandum aracılığıyla değiştirildi ve Saraya taşındı, Cumhurbaşkanının parti genel başkanı olmasıyla birlikte, parti ile devlet arasındaki son açı da kapandı ve parti-devleti manzarası giderek daha da netleşti.

Nazizm üzerine çalışan teorisyenler, Nazi rejiminin yerleşme sürecini “normatif devlet-imtiyaz devleti” ikiliği üzerinden okuyorlar. Buna göre süreklileşmiş bir olağanüstü hal yönetimi olan Nazi rejimi, Nazilerin “imtiyaz devleti”ni “normatif devlet”in aleyhine olacak şekilde devamlı genişletmeleriyle yerleşmişti. Böylece kurumlarla, kurallarla, kanunlarla yönetilen “normatif devlet”in yerini Nazilerin ve Führer’in idaresindeki “imtiyaz devleti” aldı, parti-devleti böyle inşa edildi.

Bizdeki süreci de buna benzetebiliriz. Kumpas davalar aracılığıyla devlet içindeki rakiplerin temizlenmesi, 2010 referandumu ile yargının ele geçirilmesi, Meclis’in işlevsizleştirilmesi, bürokrasideki yoğun kadrolaşma ve nihayet şaibeli referandumla kuvvetler ayrılığının ve parlamenter demokrasinin son kırıntılarının da resmi olarak ortadan kaldırılması “normatif devlet”i sönümlendirirken “imtiyaz devleti”ni yerleştirmiş, rejimi bir parti-devleti rejimine dönüştürmüştür.

“Devletin fethi” rejim açısından büyük ölçüde tamamlanmış durumdadır ama aynısı toplum için, “toplumun fethi” için söylenebilir mi? Bunun böyle olmadığı Gezi direnişinden beri bellidir, iktidar ancak “iki uluslu” bir stratejiyle, toplumun en az yarısını siyasal alandan dışlayarak, millete dâhil etmeyerek, terörist olmakla itham ederek yönetebilmektedir, çünkü başka çaresi yoktur.

On beş yıllık tek başına iktidara, havuzlaşmış bir medyaya, bitmiş bir akademiye, ele geçirilmiş bir yargıya, basiretsiz bir muhalefete, uyuşturucu niyetine kullanılan dinselleşme ve Osmanlı güzellemelerine rağmen varılabilen yer, iktidarın siyasi projesinin toplumun en az yarısını kapsayamaması olmuştur ki, bunun açık bir başarısızlık olduğu kesindir; “devletin fethi”ne “toplumun fethi” eşlik edememiştir yani.

Olağanüstü halin resmi ilanının üzerinden tam bir sene geçti ve bu bir yıl içerisinde egemenin olağanüstü haline karşı ezilenlerin kendi olağanüstü hallerini yaratmaları gibi bir durum söz konusu olamadı. Nuriye ve Semih’in eylemleri bunun için atılmış son derece önemli bir adımdı, iktidarda yarattığı telaşın büyüklüğünü her ikisinin de tutuklanarak cezaevine konması sürecinde gördük. “Adalet Yürüyüşü” ise tertipleyicilerinin niyetlerinden bağımsız olarak, bir “karşı-olağanüstü hal”in yaratılması potansiyelini bünyesinde taşıyor.

Yürüyüşe katılan kitleler, “toplumun fethedilemeyen kısmı”nı, rejimin kapsayamadıklarını, siyasal alanın dışında bırakmak istediklerini, milletten saymadıklarını kapsıyor ve aynı kitleler, dışlandıkları siyasal alana yeniden dönme talebiyle yürüyorlar. Ülkenin başkentinden en büyük kentine on binlerin yürümesi ve resmi olağanüstü hale karşı bugün yapılacak büyük miting, egemenin olağanüstü halinin karşısına Benjamin’in sözünü ettiği “gerçek olağanüstü hal”i koymaya bir başlangıç olarak görülebilir.

Birileri bu durumu düzen içi bir alana kanalize etmeye, düzeni restore etmek için kullanmaya, ehlileştirmeye çalışacaklar şüphesiz. Ancak başka birileri de karşı-olağanüstü haldeki devrimci potansiyelin, siyasal olanakların üzerine gidecekler, o potansiyeli açığa çıkarmaya, olanakları gerçekleştirmeye çalışacaklar. Yürüyüş, açıkça sonrasına ve toplumsal mücadeleler tarihine bir miras devredecek ve bu mirası kimin üstleneceği de siyasi mücadelenin konusu olacak. Bu mücadeleye aday olmak, etkili bir politik özne ve aktör olmaya da adaylık anlamına gelecek.