AKP’nin kurumsal olarak varlığına büyük darbeler vurduğu Cumhuriyet, yeniden ve aynı biçimiyle inşa edilemez. Ancak halkın sokakları kuşatan bu ileri çıkışı, yeni ve gerçekten demokratik bir cumhuriyetin kapısını aralayacak potansiyeli barındırıyor

Adaletin yolu güzel yarınlara çıkar

İnsanlık, 18. Yüzyıl’ın ikinci yarısındaki Amerikan ve Fransız devrimlerinden bu yana önemli bir cumhuriyet külliyatı geliştirdi. Biz de önce Tanzimat sonra 1876’da Kanuni Esasi’yle başlayan ve Cumhuriyet’e doğru uzanan bir geçmişe sahibiz. Bundan yaklaşık bir asır önce monarşi ve hilafetin yıkılıp, yerine halk egemenliğine dayalı laik cumhuriyet yönetiminin inşa edilmesi, Türkiye açısından çok önemli bir tarihsel aşamaydı. Ama tarih, devrimci müdahaleler olmaksızın otomatikman doğrusal bir hatta ierlemiyor. İlerlemedi de… Cumhuriyet’in ilanı ve ortaya çıkardığı yeni siyasal fikirler, gerici iktidarlar ve emperyalizme bağımlılık nedeniyle Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye kavuşmasını sağlayamadı. Ülkenin çarpık demokrasisi, son olarak AKP’nin başkanlık darbesiyle ayakta duramaz hale geldi.

AKP rejiminin başkanlık sistemi tercihi ideolojik bir yönelim olmaktan çok zorunluluktu. Esasında evrimsel geçişlerden, kendi deyimiyle ‘sessiz devrim’lerden yana olan iktidar, elinde bulundurduğu mali ve idari devlet imkânlarını kullanarak hegemonya tesis etmek varken, toplumun en az yarısını kendine karşı kutuplaştıran bir sistemi kurumsallaştırmak istemiyordu. Ancak Gezi Direnişi dengeleri bozmuştu. AKP’nin 2013’te Haziran İsyanı’yla başlayan meşruiyet krizi ve buna bağlı olarak rıza üretme kapasitesinin daralması Türkiye’yi dünyada emsaline az rastlanan bir sistemle yüz yüze bıraktı. Eğer hileli referandumda kabul edilen yasalar önümüzdeki birkaç yıl içinde Anayasa’ya adapte edilirse, bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti’ne nokta konmuş olacak. Cumhuriyet’in halkın hanesine yazılan ilerici kazanımları, üstelik hileli de olsa bu kazanımlara dahil olan seçme ve seçilme hakkının kullanılması vasıtasıyla, ‘tek adam’ yönetimine kurban edilecek.

“Bildiğimiz Türkiye’ye nokta konulacak” derken kastettiğimiz mecaz anlam değil. 16 Nisan referandumuyla Anayasa’nın egemenliği düzenleyen ve özetle “Egemenlik halkındır ve tek kişiye devredilemez” diyen 6’ncı maddesi değiştirilmedi ama şöyle bir şey şöyle oldu: Halk egemenliğinin temsil edildiği yer olan Meclis işlevsizleştirildi ve yürütme yetkisi, Meclis’in içinden belirlenen yürütme (hükümet) yerine, hali hazırda toplumun yarısının kabul etmediği bir kişiye devredildi. Böylece devlet idaresinin toplumsal olarak daha geniş temsile olanak tanıyan karakteri, ‘tek adam’ın şahsına indirgendi. Dahası bu ‘tek adam’, kararname çıkarma imtiyazıyla Meclis’in yasama yetkisine de ortak edildi. Süreklileşmiş OHAL’i, yargının esir alınmasını, medyanın susturulmasını ve ifade özgürlüğünün rafa kaldırılmasını da hesaba katarsak, “egemenlik halkındır” prensibinin ciddi bir erozyona uğradığını ve altının boşaltıldığını söyleyebiliriz.

15 yılın özeti: Gerileme dönemi

Mesele yalnızca 16 Nisan referandumu değil. Cumhuriyet’in ilerici değerleri, AKP iktidarıyla beraber gerileme trendine girdi. İktidar tarafından seçimler, demokrasinin tek şartı gibi pazarlanıyor. Elbette öyle değil. Fakat öyle olsa bile, başta Hitler olmak üzere iktidara seçilerek gelen ve daha sonra seçimleri kaldıran diktatörler düşünüldüğünde, bu hakkın da buharlaştırılması tamamen ihtimal dışı değil. Geride kalan yıllarda neler kaybedildiği düşünüldüğünde, bu olasılık daha çarpıcı bir içerik kazanıyor.

Tarihsel bakımdan cumhuriyet ideolojisini ayakta tutacak temel prensiplerin kırıntısı dahi kalmadı. Oy veriyoruz ama basın ve ifade özgürlüğü yok. Basın ve ifade özgürlüğü olmadan, yani yurttaşlar gerçek bilgiye ulaşamadan, hangi partiye oy vereceklerinden nasıl emin olacak? İktidarın faaliyetlerini denetleyecek devlet kurumları pasifize edildi. Yurttaşlar kamu kaynaklarının adil şekilde kullanılıp kullanılmadığını nereden öğrenecek? Yargının bağımsız niteliği tamamen son buldu. Yönetenler suç işlediklerinde paçayı kurtaracaklarsa, adaletin mülkün (devletin) temeli olduğunu kim iddia edebilir? Liyakat bitirildi; rüşvet, kayırmacılık ve biat devri başladı. Eğitimin, çalışarak bir yerlere gelmenin ve hak ederek başarmanın anlamı kalmazsa, eşitlik ve adalet nasıl sağlanacak? Halkın siyasi iradesi cezalandırılıyor, milletvekilleri tutuklanıyor. Siyasal katılım engellenir, seçilenlerin özgürlüğü kısıtlanırsa, toplumun bütünü için demokrasi nasıl geçerli olabilir? Ülkenin dört bir yanında bombalar patlıyor, şiddet kol geziyor. İnsanlar kendilerini güvende hissetmezlerse, aktif bir yurttaş olarak yaşama nasıl dahil olabilirler? İşçilerin tabutları, sermayedarların ise banknotları çoğalıyor. Devletin bir sınıfı bu denli kolladığı bir yerde, toplumun insanca düzen talebi nasıl karşılanabilir?

Adalet Yürüyüşü ve ‘tahammül tiyatrosu’

Çürümüşlük saymakla bitmez. Cumhuriyet fikrine iskelet kazandıran olgular, bir bir yok edilmek isteniyor. Devlet, ‘tek adam’ın ve onun sözünden çıkmayan dar bir takımın aygıtı gibi çalışıyor. AKP eliyle Türkiye’ye özgü bir şeriat atmosferi geliştirilirken, laiklik bildirisi dağıtanlar ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettikleri’ gerekçesiyle gözaltına alınıyor. Ülkede ve bölgede, emperyalizmin çıkarları için belirlenen politikalar hem bugünü hem de yarını yaşanmaz hale getiriyor.

Toplumsal özgürlüklerin günbegün budandığı Türkiye’de, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği, “Diktatör olsam bunları yapamazdınız” cümlesinde bir gerçeklik payı var. Kuşkusuz ülkede tam bir diktatörlük olsa, bugün yapılan pek çok siyasi eylem, en azından barışçıl yollardan, yapılamazdı. Fakat bu söz bir gerçeklikten daha çok, özlemi ve murat edilen pozisyonu ifade ediyor. Çünkü Erdoğan başta olmak üzere iktidarın kampının “muhalefet” kavramı yerine, “düşman” ya da “terörist” kavramlarını kullanmayı yeğlediğini biliyoruz. Demek ki ülkede tam bir diktatörlük ortamı olsa, iktidar nazarında “düşman ve terörist” olanların hiçbir siyasi faaliyetine müsaade edilmeyecek. Bu kavramların kullanılması boşuna değil.

“Diktatörlük ortamı”, diktatörlük yasalarından fazlasını ifade ediyor. Zira gerçek bir diktatörlük için, yasalardan çok, sinmiş ve kabul etmiş bir topluma ihtiyaç var. Bir iktidar açısından “güç”, elinde bulundurduğu kolluk kuvvetinin fiziksel kapasitesiyle doğru orantılı değildir. İktidarın gücü, yapmayı planladığı bir hamlenin sonrasındaki olası sonuçları karşılayıp karşılayamamasıyla ölçülür. Kâğıt üzerinde AKP, 16 Nisan referandumuyla işin ‘yasal’ kısmını çözdü. Fakat karşısında siyasal bir ideal olarak cumhuriyet fikrinin tarihsel getirilerine sahip çıkan bir halk kitlesi var. İktidarın en büyük sorunu, muhalefetin ise nefes borusu tam olarak burası. Adalet Yürüyüşü’nde bu talebin ne kadar dinamik ve inatçı olduğunu görmek mümkün.

İşte en sıradan basın açıklamalarını dahi engelleyen iktidar, Adalet Yürüyüşü’nde ortaya çıkan direnci, fiziksel bir müdahaleyle yok etse bile sonrasında ortaya çıkması muhtemel dalgayı göğüsleyemeyeceği için “tahammül tiyatrosu” oynamak zorunda kalıyor. Özetle sahip olduğu tüm devlet olanaklarına rağmen AKP iktidarının bu yürüyüşü durdurmaya ‘gücü’ yetmiyor.

Halkın ileri çıkışı sahiplenilmeli

Cumhuriyet tarihi boyunca emperyalizmin destekli gerici saldırılar kadar, devrimci talepler etrafında ete kemiğe bürünmüş bir demokrasi mücadelesi de vardı. Türkiye’nin devrimci, demokrat, ilerici birikimi; 1876’da başlayan, 1909’da II. Meşrutiyet’le devam eden, 1920’de Meclis’in açılmasıyla ivme kazanan ve 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla zirveye ulaşan devrim süreçlerinin ardından, 1960’lı yıllardan itibaren bu birikimi emekten ve bağımsızlıktan yana bir hatta çekmek yoğun çaba sarf etti. Egemenlerin 12 Eylül Darbesi’yle hücum ettiği bu mücadele, ülkeyi emperyalizmin kıskacından kurtarmak ve yerli sömürgenleri mağlup ederek cumhuriyeti gerçek bir demokrasiye kavuşturmak içindi. Belki arzulanan Türkiye’ye ulaşılamadı ancak haklar ve özgürlükler anlamında önemli kazanımlar elde edildi. Geriye ilham veren bir gelenek bırakıldı.

Bugün de Türkiye, cumhuriyetçi fikirlere karşı başlatılan bir tasfiye süreciyle karşı karşıyayken, sistemin egemenleri tamamen teslim alınmış; şiddet, tehdit ve korkuyla terbiye edilmiş bir toplum için tüm imkânlarını seferber ediyor. İktidar savaş konsepti ve milliyetçi söylemleri etkin bir şekilde kullanarak, gerici bir diktatörlüğü ülkenin bütününde hâkim kılmak istiyor. Özellikle “terörle mücadele” ve “milli savaş” adı altında yürüttüğü operasyonlarla bir ‘sağ konsolidasyon’ hedefliyor.

İktidarın karşısında tehdide, şantaja ve korkuya teslim olmayan Cumhuriyet’in ilerici birikimi var. İktidar bu tabanı, “terörle mücadele” söylemiyle kendine angaje edemiyor. Bu kitle, akla karayı ayırt edebilecek bir zihinsel olgunluğu sahip. ‘Tek adam’da cisimleşmiş devlet idaresini kararlılıkla reddederken, “Benim ülkem böyle keyfi ve mutlak bir anlayışla yönetilemez” diyor. Kendi varlığından başka hiçbir güce ise bel bağlamıyor. Meselenin en can alıcı yanlarından biri de bu. Emperyalist güçlerden medet umma, orduya yaslanma veya devlet bürokrasisine yedeklenme gibi bir yaklaşım söz konusu değil. Cumhuriyet fikirleri uzun bir aradan sonra ilk kez böylesine güçlü bir şekilde; onu yaratması ve yaşatması gereken yurttaşlık bilinci üzerinden temsil ediliyor.

Yeniden değil yeni bir cumhuriyet

AKP karşısındaki tabanın hissiyatı için yapılacak en geniş tanım, “Cumhuriyet değerlerini yitirme korkusu”dur. Devrimci muhalefetin bu damarı sol değerlerle bütünleştirip daha ileri bir noktaya taşıması gerekiyor. AKP’nin kurumsal olarak varlığına büyük darbeler vurduğu Cumhuriyet, yeniden ve aynı biçimiyle inşa edilemez. Ancak halkın sokakları kuşatan bu ileri çıkışı, yeni ve gerçekten demokratik bir cumhuriyetin kapısını aralayacak potansiyeli barındırıyor. Aydınlanma değerlerini içeren bu potansiyel tam olarak açığa çıkarılmadan, karanlıktan kurtulmak zor.

Gezi'de kendini gösteren, 16 Nisan’da Hayır’da yeniden vücut bulan ve Adalet Yürüyüşü’yle Ankara’dan İstanbul’a akan bir ırmağa dönüşen politik irade, bugün AKP iktidarı karşısındaki en önemli direnç noktasını oluşturuyor. Bu direnç noktasının sahiplenilmesi; daha enerjik ve cüretkâr bir karakter kazandırılması muhalefetin, dolayısıyla da ülkenin kaderini belirleyecek. Siyaset, mevcut aktüalite ve ilerici toplumsal talepler üzerinden yapılan bir eylem olduğuna göre, cumhuriyetçi adımlara sırtını çeviren ve görmezden gelen bir sol muhalefet hareketinin ne kendine ne de memlekete fayda sağlayabilme ihtimali yoktur. Cumhuriyetin aydınlanmacı değerleri benimsenmeden, solun Türkiye’de mevzi çoğaltmasını beklemek hayalcilik olacaktır.

Gün; yüzünü geleceğe dönenlerin, öne doğru bir adım atması gereken gündür. Adaletin yolu, güzel ve umut dolu yarınlara çıkacaktır.