Sanayileşmiş ülkelerde gelir ve refah adaletsizlikleri yıllardır artıyor, buna bağlı olarak küreselleşme ve yeni teknolojilere dair esaslı tartışmalar şekilleniyor. Fakat meselenin kalbinde, yüzyıllardır sosyal ve ekonomik adaletsizliği güdümleyen temel ihtiyaç var: Gayrimenkul

Adaletsizliğin kalbinde gayrimenkul var


Harold James

Çağımızın temel siyasi ve ekonomik meselesi adaletsizlik. Buna rağmen adaletsizlik üzerine yapılan tartışmalar bir tür ‘dağınıklıktan’ mustarip. Örneğin adaletsizliği ölçmek için kullandığımız ‘Gini’ katsayısı, bir ülkenin gelir dağılımını ifade etmek için sıfır ile bir arasında küsüratlı bir rakam kullanıyor ve bu epey soyut bir ifade biçimi. Benzer şekilde, gelir adaletsizliği dünyanın pek çok yerinde artarken, adaletsizliği toplumsal huzursuzluk ve çalkantılarla doğrudan bağdaştıramıyoruz. Mesela Fransa’da adaletsizlik ABD’dekinden az, fakat toplumsal kutuplaşma neredeyse ABD’deki kadar, hatta daha bile fazla.

Elitler şehirleri yağmalıyor

Günümüzün adaletsizlik tartışmaları fiilen 2013 yılında, Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital adlı kitabının yayınlanmasıyla başladı. Piketty’nin analizine göre, yatırımların geri kazanım oranı, ekonomik büyüme oranından yüksek ve bu da zaman içinde gelir adaletsizliğini kaçınılmaz şekilde arttırıyor. Tekil bir örnek üzerinden konuşmak gerekirse, gayrimenkul fiyatlarının artışı, adaletsizliği körükleyen temel unsur olarak göze çarpıyor. Fakat burada da bir çeşit dağınıklıkla karşılaşıyoruz. Nihayetinde gayrimenkul homojen bir ‘ürün’ değil ve değeri tamamen konumuyla ilgili. Büyükşehirlerdeki apartmanların değeri, kırsaldaki sarayların ve şatoların değerini bile aşabiliyor.

Varlık kavramı, somut nesnelere büründüğünde tartışmalı hale geliyor. Fiziksel dünyada bir ‘alan,’ statü sembolüne haline gelince tartışılır oluyor. Örneğin iki caddenin köşesindeki bir ofisin rağbet görmesinin sebebi, tam olarak ‘herkesin parasının yetmemesi’ oluyor. Büyükşehirler küresel elitleri çektikçe ofis çalışanları, polisler, öğretmenler, hemşireler için fazlasıyla pahalı hale geliyorlar. Bu kesimler işe gitmek için uzun mesafeler kat etmek zorunda kalırken, elitler şehirleri diledikleri gibi kullanıyorlar, diledikleri gibi şehir şehir geziyorlar. Paris ve Londra’nın önemli bir bölümü geceleri kepenkler kapalı, sessiz sedasız duruyor. Manhattan’da neredeyse 250 bin apartman boş duruyor.

Orta sınıflar bile kentte yaşayamıyor

Şiddet olayları veya devrimler adaletsiz toplumları sarstığında, gayrimenkulün daima memnuniyetsizliğin merkezinde olduğunu görüyoruz. Batı Roma İmparatorluğu’nun son yıllarında, emlak piyasasının büyük bölümü elitlere hitap ediyordu.

Benzer şekilde, Fransız sosyal tarihçi Marc Ferro’nun ifade ettiği üzere, 1917’de pek çok şehirli Rus’un kendini Bolşeviklere yakın görmesinin sebebi ideolojik değil, eski rejimin ve yeni anayasal partilerin insanlara gıda ve konut sağlamaktaki başarısızlığıydı. Birinci Dünya Savaşı esnasında Petrograd’da devasa bir cephane endüstrisi kuruldu, işgücü olarak kırsaldan getirilen işçiler kullanıldı. Fakat üretimi planlayanlar bu insanların nerede barınacağını düşünmemişti ve 1917 geldiğinde işçi toplulukları cevabı kendileri buldu: apartmanlar aristokratların ve burjuvazinin elinden alınacaktı.

Savaş döneminde aniden sanayileşen diğer şehirlerde de (Budapeşte, Münih, Turin) benzer süreçler yaşandı. Günümüzde ‘yeni ekonominin’ merkezlerinde de aynı süreci görüyoruz. Örneğin Silikon Vadisi’nin yanı sıra, Avrupa ve Asya’daki taklitçilerinde. Bu şehirlerde birçok yeni iş olanağı var fakat şehirde yaşayan insanlar için barınma şansı tükenmiş durumda. Neticede, orta sınıfa mensup çalışanlar bile arabalarında, kamyonetlerinde ya da karavanlarında yaşıyor.

Bu sıkıntı küreselleşmiş şehirlerle de sınırlı kalmıyor. Brexit sürecine güneydoğu İngiltere’de verilen desteğin kökeni, Londra ve çevresinin çok fazla göç alması, uluslararası finans ve turizm merkezi haline gelmesi –yani küreselleşme– neticesinde fazlasıyla pahalılaştığı serzenişine dayanıyor.

Gayrimenkul problemine yönelik politika çözümleri şimdiye kadar yetersiz kaldı, hatta durumu daha da kötüleştirdi. Bazı başlıca Avrupa şehirleri kiraları denetim altına alıyor. Halbuki bu politikaların geçmişi başarısızlıklarla dolu. New York benzer politikaları yirminci yüzyılda denediğinde piyasa kurudu, insanlar gayrimenkul istiflemeye başladı ya da karaborsada kazançlı satışlar yaşandı. İngiltere ilk evini alacak kişilere devlet desteği verdiğinde ev fiyatları da buna paralel olarak arttı ve olası kazanımlar geçersiz kaldı.

Arz sorununa en temel çözüm tabii ki daha fazla konut yapmak olacaktır. Fakat yapılaşmanın artması çevre koruma yönetmelikleriyle ve şehrin mimari mirasıyla çelişecektir. Bu tip girişimler aynı zamanda gayrimenkullerinin değerinin düşmesini istemeyen konut sahipleri tarafından da sevilmez.

Sosyal konutlar sağlanmak zorunda

Yeni yapılaşma planları bazen alternatif cazibe merkezleri de yatabiliyor. Bilbao’da yapılan Guggenheim Müzesi şehri dönüştürücü bir etki yaptı. Fakat çöküş yaşayan birçok sanayileşmiş şehir bu çözümü denedi ve yalnızca birkaçı başarılı oldu. Başarısız olanlar hala bitap düşmüş duruyorlar ve üstüne bir de yeni sanat altyapısının bakım maliyetlerini sırtlamak zorunda kalıyorlar.

Serveti yaratımına büyük ölçüde alet olan şehirler ve kentsel alanlar, eninde sonunda bir tür karşı hareket tetikleyecektir. Şehirler aşırı derecede pahalılaşır ve daha az kazanan kesimleri dışlarsa, onları cazip kılan ‘açıklığı’ yitirmiş olurlar. Dolayısıyla eğer varlıklarını sürdürmek ve günümüzün eşitlikçi siyasi ikliminde gelişmek istiyorlarsa, köklü çözümler bulmak zorundalar.

Şehirlerde büyük hareketlenmenin yaşandığı on altıncı yüzyıl başlarında zengin tüccar aileler ucuz konut inşa eder ve bunları yoksullara tahsis ederlerdi. Bu projelerden biri olan Fuggerei kompleksi, Almanya’da hala yoksul kesimler için ucuz konut olanağı sunuyor.

Bu tip konutlardan yeterince inşa edemeyeceksek, günümüzün küreselleşmiş şehirlerinde yitirilen çeşitliliği, çekiliş usulü sosyal konut tahsisi ile yeniden tahsis edebilir miyiz? Denemeye değer.

Çeviren: Fatih Kıyman

Kaynak: Project Syndicate