Festival sonuçlarına ilişkin art arda gelen yazıların hiçbiri Türkiye’de bu işin matematiğine kafa yormuyor. Hatta öyle yazılar var ki bu jüri bunları seçti öbür jüri başkalarını seçerdi gibi mükemmel uslamlamalar bile yapıyorlar.

Ama kimse demiyor ki bundan otuz yıl sonra, bu filmlerden hangileri hatırlanacak?

Mesela ben bu deneyi seminerlerimde birçok kere yapmışımdır.

Örneğin 1994 yılında Zeki C Blok ile ikinci oldu İstanbul Film Festivalinde. Birinci de Bir Sonbahar Hikayesi, genç kuşaktan sorup da birinci gelen filmi seyredene daha rastlamadım, oysa televizyonda bile gösterilen o olmuştu.

Mesela 1999 yılında Antalya’da Salkım Hanımın Taneleri birinci oldu, ikinci de Mayıs Sıkıntısı, genç kuşaktan birinci gelen filmi seyreden ya yok, ya da hatırlayan yok, hangisiydi, nasıl bir şeydi diye soruyorlar en çok.

2008’de Pandora’nın Kutusu San Sebastian’da en iyi film ödülü aldı, 2009’da Adana’da yarışmada sıfır çekti, ne güzelmiş! Niletikleri yetersiz diye festivale almasaydınız bari.

Art arda devam eder bunlar, zaman süresini on yıla, hatta biraz daha ötesine taşıyınca belirli bir zaman testi çıkıyor, Türkiye’de milletimizin aşırı politik oluşu, apolitik oluşu değil dikkat buyurulsun, her zaman inanılmaz abes gerekçelerle inanılmaz tercihler yapılmasına çok rahat yol açıyor, düpedüz en saçma nedenlerle ayrışmalar yaşanıyor.

Şimdi diyorlar ki Babamın Sesi Adana’da birinci oldu, çok önemli bir konuya değiniyor, sanatsal olarak zayıf falan ama…

Ben de diyorum ki 2008 yılında yarışmaya alınmayan Bahoz-Fırtına daha mı önemsiz bir konudaydı ve sanatsal olarak daha mı başarısızdı? O yıl hangi festivallere katıldı Bahoz? Sorarım size İstanbul’daki yarışmada hangi jüri üyeleri sinematografik olarak Bahoz’u başarısız buldu? Hiçbiri. Ben size söyleyeyim, Bahoz’u sinematografik olarak başarısız bulan ya sinemadan anlamıyordur, ya da ideolojik olarak sakıncalı buluyordur. Sakıncalılık zaten bu ülkede sanatçıların en büyük yasaklanma ve görmezden gelinme nedeni değil midir?

Gerçek şu, Yeşilçam Dönemine ilişkin yıllardır Agah Özgüç Türkiye’de festivallere ve oralardaki jüri tartışmalarına ilişkin bir kitap yazmaktan söz ediyor, sadece şunu söyleyeyim, öyle tartışmalar var ki tam bir yüz karasıdır. Şimdi kadınların yeniden ve haklı olarak gündeme getirdikleri “dul kadın evlenmiyorsa …” sözleri Türkiye’de jüri de söylenmiştir.

Ama işin ucu yalnızca oraya gitmiyor ki aynı şey Türkiye’de Yeni Türkiye Sinemasında da devam etti, öyle tuhaf sonuçlar var ki: Türkiye’de jüri üyeleri sırtında yumurta küfesi taşıyarak jüriliği kabul ediyorlar, bu yalın bir gerçek.

İkinci olarak da jürilerin kararlarından başka, Türkiye’de festivallere film seçilirken de inanılmaz kriterler uygulanıyor, Türkiye tarihinde olduğu gibi sinemamızda da bir gizli tarih var, buna ilişkin bari olgular saklanmasa, bari insanlar iyice bildiklerini ve tanıklıklarını dile getirseler, en azında tarihçinin işine yarar bunlar.

Ama öyle tuhaf bir durum var ki dengede durmak mümkün değil, gerçek çok yalın aslında en saçma tartışma biçimleri zemini öyle kayganlaştırıyor ki insanın dengede durması mümkün değil, en abes şeylerden birisi bu tartışmalar sırasında hiç beklemediğiniz insanlardan alınganlık tepkisi alabilirsiniz. Hakikat şu, Türkiye’de bugün tek bir sinema dergisi yok ki gerçekten tartışma yaratsın ve gerçekten yazası olan insanların yazılarına yer versin, yine aynı şekilde sinema yazarları ne gündemi belirleyebiliyor ne de gündemde olan konuları enine boyuna inceleyebiliyor, bütün bu bilgi kirliliğinin arkasında böylesine tuhaf dengelerin oluşması ve zeminin kayganlaşmasını sağlayan da budur.

Türkiye’de ödüller ve seçilen filmler için en kabusu tam da bu sırada yaşadık: Ateşin Düştüğü Yer, daha 20 gün öncesine kadar neredeyse basının sözünü etmeye değer bulmadığı bir filmdi, Montreal’den en iyi film ödülü aldı. Bakıyorsun gerisine, Antalya’ya başvurmuş, ön elemede elenmiş. Sonra birden bakıyorsun, Türkiye’nin Oscar adayı filmi olarak seçilmiş, aynı haftada oldu bunlar.  Nereden nereye? Nasıl yani?

Mesele alınan karardan çok daha önemlisi, bakış açısında ve yorumun kendisini aklileştirmesinde, tartışma yok, hır gür var, o hır gür ortamında özellikle de kalıcı olmayan bir metin çıkıyor. Bakıyorsun yazılara düpedüz akıl verir havada yazılmış, ama aklı veren ulaştığı sonuçlara nasıl ulaştığını yazısında sergilemiyor. Yine arka planına bakıyorsun, Zeki bir twit atmış, çıkış noktası orası, birden bakıyorsun jürinin arkasında başka biri, şu bu... Bu gündemle, bu tartışma üslubuyla, bu zeminle nasıl olacak? Klasiktir Türkiye’de jürinin kararlarını akıl dışı olarak görmek, ben bir tarihçi olarak bakıyorum ve aslında Yeşilçam’ın durumuyla günümüzdeki durumun çok benzeri olduğunu görüyorum, sinemamızın ne ortak aklı var, ne de sorunlarını ele alırken bütünü gözeten bir tavrı, tam bir hengame, sorunlar öyle ki şatoya kimse ulaşamadığı için bir türlü gerçeklere erişilemiyor, herkes belirli emarelere dayanarak bir tartışma yürütmeye çalışıyor, nasıl olacak şimdi?

Festivallere jüriler nasıl seçiliyor, bunun tartışmasını yapan yok, ancak jüri seçildikten sonra belirli isimler üzerinden bir harala gürele, ne güzelmiş?

Festival jürilerinin nesnel kararlar vermesini bırakın (nasıl olacaksa “nesnel”) festivallere ilişkin doğru düzgün bir tartışma yapılmıyor, ne festivallerin genel sanat yönetmeni var, ne de bakanlık festivallerin üzerinde bir kurum olduğunu biliyor, yığma bina gibi filmleri seçtin, iyi filmleri seçtin, gösterdin alın size festival. Neyin normu var ki bu ülkede festivallerin olsun? Yasa biz de teferruattır, haşereler ve sakıncalılar dönem dönem değişir, onları hacamat ederken de inanılmaz yüce amaçlar için en sıradan gerekçeleri buluruz, bu da bizim bin yıllık geleneğimiz herhalde, tarihte geçmişe gittikçe başkasını bulmakta zorlanıyoruz. Oldu olacak, futbolda bir zamanlar dendiği gibi, yabancı hakem getirelim, jüriyi de yabancılardan seçelim, niye? “Biz kavga ediyoruz” çünkü.

Hakikaten festivallere katılan filmler kurbanlık koyun gibi seçilmeyi bekliyorlar, ne yönetmenlerin ne de filmlerin meşru hakları var, el pençe durmak ve bunu sanattan/sanatçıdan istemek, ne güzelmiş?

Bir de yeni bir habercilik tipi türedi, “denildiğine göre”… bu da yeni icat, sosyal medya haberciliği mi ne demeliki buna? Sanatta dengelere oynamak ölümdür, bir sanat eserini tam anlamıyla ruhsuz yapar, oysa yeni sinema doğarken sanatçılar hep birlikte ne güzel de söylüyordu: samimi olsun, kötü film olsun, onu bunu doyurmak, memnun etmek sanatın yapacağı iş değil. Post-modernizmin en ahlaksız önermesi, “to be in the right place, to be in the right time” günümüzün alametifarikası olmuş, serseri mayınların ortasında tartışıyoruz.