Bazen durduruyorum kendimi, zaman durmasa da biraz yavaşlıyor. Defteri kitabı bırakıp kendimi dışarı atıyor, ilk bulduğum ağacın altına uzanıp yaprakların arasından gökyüzünü izliyorum. Zamanın yavaşladığını vücudumda hissediyorum önce, sonra yapraklarda, bulutlarda…

Çok kötü şeyler oldu, oluyor bu ülkede, her ölenin bir yükü, ağırlığı çöküyor, aldığın nefes nefese benzemiyor, yediğin yemek yemeğe, uyuduğun uyku uykuya… Sonra diyorsun ki, ne zaman başka türlüydü ki, ama yine de şimdi bir şey kırılmış, kopmuş gibi hissediyorsun. Kamplaşmanın etkisi mi bu? Sanki hiçbir zaman rahat vermeyecekler, sona ermeyecek bu ölüm haberleri… Hakikatler değil, gücü elinde bulunduranın arzusu çoğunluğa yön verdiği sürece…

Derrida, intihara kalkışan bir uygarlıkta yaşadığımızı söylemişti, “Philosophy in a Time of Terror” adlı kitapta. Aynı kitapta, Habermas da, Daryush Shayegan’ın “Melez Bilinç”te altını çizdiği gibi, iletişimsel bir patoloji olarak tanımlıyordu, toplumda karşılıklı güvensizliğin artmasını. İki filozof da, başımıza gelen bütün bu felaketlerin, uygarlığın başarısızlığından başka bir şey olmadığı konusunda hemfikirdi ve biz hâlâ bu başarısızlığın nedenleriyle değil, IŞİD gibi sonuçlarıyla meşgulüz daha çok. İşin kötü tarafı, ortada intihar bombacıları olduğu sürece de, nedenleri üzerine düşünecek bir ortamın oluşması da mümkün gözükmüyor. Benzer bir intihar nitelendirmesini, askeri darbelerle sakat bırakılmış ve belini bir türlü doğrultamamış, üstüne üstlük zaten zayıf olan ortak zeminini bu kamplaşmayla birlikte yitirmiş olan yaşadığımız ülke için de yapabiliriz. Yapabilir miyiz? Durum o kadar vahim mi?

Herkes umutlu şeyler duymak, okumak istiyor, ben de istiyorum, umutsuzca arzuluyorum umudu, çünkü başka nasıl düşünülür, yaşanılır bilmiyorum. Umutsuzluğu dışlamayan bir umudun mümkün olduğuna inanıyorum. Güzel bir film, güzel bir roman ya da dostların varlığı umutlanmama yetiyor bazen, bazen de yetmiyor, kendimi kandırıyormuş gibi hissediyorum. Kendimizi kandırıyor muyuz? Belki de iyi ki kandırıyoruz, hâlâ bizi biz yapan değerlere sarılmamıza yarıyorsa… Yarıyor mu?

Italo Calvino, insanın yeniden doğuşunu sağlayacak “genel bir ahlaki devrim”den başka bir çıkış yolumuzun olmadığını iddia etmişti. Ama nasıl? Sanatın piyasalaşması ve kitle kültürüne tesliminden sonra, bu ahlaki devrimin temelleri nasıl atılabilir, atılabilir mi? Küreselleşme karşıtı hareketler, bu ahlaki devrimin temelleri olarak görülebilir mi, uygarlığın intihar teşebbüsüne son verecek? Zamanın, duyguların ve özgürlüğün keyfini sürmemize yarayan bir ahlak, bir yaşambiçimi…

Şu an, altında yattığım ağacın yaprakları arasından süzülüp yüzümü okşayan güneşin huzmelerinden başka bir şey bilmiyorum. Calvino’nun bahsettiği şu kendiliğindenliğini kaybeden kitlelere bilinci ve tasarımı taşımakla yükümlü olan, “ateşin içinden yanmadan geçecek sınırlı sayıda aydın”dan biri değilimdir belki. Çimlere uzanmış, bulutları seyrederek zamanı yavaşlattığını sanan bir hayalciyim belki de sadece…

Martin Jay’in “Deneyim Şarkıları” adlı kitabında rastladığım Nietzsche’nin sözleri, çıkmıyor aklımdan bir türlü: “Hayatta başka ne var? Deneyim denen şeyler. Hangimiz bunları gerçekten istiyoruz? Veya hangimizin bunun için vakti var? Şimdiki deneyim bizi hep dalgın yakalıyor korkarım: Ona kalbimizi veremiyoruz, kulak bile veremiyoruz.” Acıdan korktuğumuz için diye yazmıştı Nietzsche, hakikati duyamayışımızın nedenini, kalbimizi vererek… Kafka’nın günlüğüne yazdığı şu sözleri mırıldanırken, toprağa dayadım kulağımı: “Kendimize bağlanmadan daha az derin değil, insanlığa bağlanmamız –bu dünyanın tüm acılarından birlikte kurtulmak için…”