Bu satırlar yazılırken Adapazarı’na yaklaşmakta olan Adalet Konvoyu, bünyesine kattığı her kişiyi ve grubu adalet talebinin kapsayıcı potasında dönüştürme potansiyeline sahiptir

Adım adım adalete

Murat Müfettişoğlu

“Silkele başkan, düşecekler!”
/ Madenci Yürüyüşü’nün sloganlarından

‘Tümevarım’ ve ‘tümdengelim’ kavramlarını duymuşsunuzdur. Ayrıntıya girmeden hatırlatalım.

Tümevarım yöntemine göre akıl yürütürken özel bir durumdan genel bir duruma varırız; iki insanın ilişkisinden yola çıkarak toplumsal yaşamın dinamiklerine ulaşmak gibi. Tümdengelimde ise tam tersi; genel bir durumdan özel bir duruma geliriz. Örneğin, organik yaşamın bütünlüğünden kalkar, insan metabolizmasının (iç) dengelerine ineriz.

Hegel, tümevarımı en ideal akıl yürütme yöntemi olarak kabul ederken, misal, Bacon ‘tümdengelimi’ benimsemiştir. Her iki yöntemin mucidi olan Aristoteles ise -yöntemlerden birini diğerine göre olumsuzlamadan- aralarındaki ilişkiyi ortaya koymanın yollarını araştırmıştır. 17. yüzyıldan’dan itibaren gelişen ve Marx ile Engels’in büyük katkı sunduğu ‘diyalektik mantık’ Aristoteles’i haklı çıkarmıştır. Gelin bu büyük düşünürlerin izinden yürüyelim; yeniden umutlandığımız şu güneşli günlerde tümevarımla tümdengelim yöntemleri arasındaki ilişkiyi doğrular görünen ‘Adalet Yürüyüşü’ hakkında bir deneme kaleme alalım.

İlk adım
Canlılar içinde fiziksel hareket varyasyonu en zengin olanı insandır. İnsan, bir hayvanı ötekinden ayıran pek çok hareketi yapabilir, yapamadıklarını ‘araç’ kullanarak yapar. Sözgelimi, yüzgeçleri olmaksızın yüzebilir, kanat takarak uçabilir. Rivayete göre 17. yüzyıl’da Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’nden Üsküdar’a kadar uçmuştur.

Bunun anlamı şu: İnsan varoluşu iki ayaklıdır; bu yüzden adım adım ilerler. Daha doğrusu ‘varoluş’ dediğimiz olgu, iki temel hareketin devamlılığı ölçüsünde gerçekleşir: 1) Bedeni yürütme 2) Akıl yürütme.
Bahse konu hareketlerin(eylemlerin) tam randımanlı oluşları insana hayati avantajlar ve konfor sağlar. Ancak, akıl yürütme ayağı bu işin olmazsa olmazıdır. İnsan, ‘aklı’ sayesinde diğer canlılardan ayrılır, Aydınlanma felsefesinin çıkış noktası da budur. Kant’ın dediği gibi: Sapere Aude! Aklını kullanma cesareti göster!
19. yüzyıl’da yaşamış Amerikalı muhalif düşünür Henry David Thoreau, "Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir" diyerek, varoluşun ‘bedeni yürütme’ ayağına vurgu yapmayı tercih etmiştir. Tam randımanlı akıl yürütebilmek ve aklına gelenleri kâğıda dökebilmek için her gün aynı saatlerde yürüyüşe çıkan Kant, varoluşsal dengeyi kendi çapında bulmuş gibidir.

İşin felsefesini –şimdilik- bir yana bırakarak kendimize şu soruyu soralım: Varoluşumuzu belirleyen iki temel eylemin, yani ‘bedenimizi ve aklımızı yürütmenin’ metabolizmamızda somut yansımaları var mıdır?
Doğa onu da düşünmüş. Bedenimiz ve beynimiz enerji harcadığında metabolizmamız ödül hormonları salgılar. Sonuçta iyi hissederiz, muhakeme yeteneğimiz gelişir, özgüvenimiz artar, en güzeli, kolektif duygularımız güçlenir. Denemesi bedava. Yürürken ya da koşarken salgılanan ‘endorfin’, problem çözerken ya da yaratıcı bir etkinlik içindeyken salgılanan ‘dopamin’ başlıca ödül hormonlarıdır ki, aynı zamanda ‘nörotransmitter’ işlevi görürler. Sinir hücresi anlamına gelen ‘nöronlar’ arasındaki elektriklenmeyi sağlayarak vücuttaki bilgi aktarımına destek olurlar. ‘Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ sözünün espirisi biraz da budur.

İşin ilginç tarafı, bedenin ve aklın yaratıcı anlamda harekete geçirilmesi Freud’a göre bulaşıcıdır. Diyeceğim; bireyden bireye, bireylerden kitleye doğru genişleme potansiyeline sahip bir durumdan söz ediyoruz. Yıllardır aynı parkurda koşmaya çalışıyorum, haftada ortalama üç kez. Şu gözlemi sık yaparım: Ben koşarken birileri de yürür. Derken, içlerinden bazıları ufak ufak koşmaya başlar. Devam ederler ya da yürüyüş temposuna dönerler, mühim değil. Ancak enerji her zaman daha yoğun hareket edenden daha az hareket edene doğru akar. Bunu da deneyip görebilirsiniz.

Avusturyalı muhalif yazar Thomas Bernhard, ‘yürümek’ ve ‘düşünmek’ eylemleri arasındaki ilişkiye dikkat çeker ve şöyle der: "Yoğun düşünüyorsak yavaş yürürüz; hızlı yürüyorsak düşüncelerimizin yoğunluğu azalır." Fransız felsefeci Frederic Gros ise sadece ‘yürümeye’ odaklanır. Ona göre yürümek, tekrarın yıpratıcılığından, tuzu kuruların ataletinden ve değişime besledikleri nefretten kurtulmaktır. Biz de yürümeyi, siyasal iktidarın vermediği ‘adaleti’ almanın demokratik bir yöntemi olarak gördüğümüzü söyleyip yazımızın ikinci adımına geçelim.

İkinci adım
Ülkenin emek ve özgürlük mücadelesi tarihindeki kritik dönemlerden biridir: 1990 senesinde pek çok kamu kuruluşunda toplu iş sözleşmeleri imzalanacaktır. Ancak sendikalar ve dönemin hükümeti(ANAP) ücretler konusunda anlaşmazlığa düşerler. O sendikalardan biri Genel Maden İş’tir.

4 Ocak 1991’de Zonguldak halkı, "Ölüm olsa da sonumuz, Ankara’dır yolumuz!" diyerek başkente doğru yürüyüşe geçer. Sendika başkanı ve yürüyüş lideri Şemsi Denizer başbakanla ve ilgili bakanla görüşmeler yapmaktadır. Ben o zamanlar Ankara’da maden mühendisliği okuyan Zonguldaklı bir gençtim. Yaşadığım heyecanı az çok tahmin edersiniz.

Yolun tamamı 275 km’dir. 70. kilometrede başkan kitleye şöyle seslenir: “Yürüyüş bitmiştir. Sizler Zonguldak’a dönüyorsunuz!”

Belli ki hükümetle (kapalı kapılar ardında) bir ‘uzlaşma’ zemini oluşturulmuştur. Bir kadın yürüyüşçü kalabalığın içinden haykırır: “Hayır başkan, hayır, geri dönüş yok!” Başkan kararlıdır; işçileri Zonguldak’a gönderirken kendisi de Ankara’nın yolunu tutar. Ne var ki hükümetle oturduğu masadan istediklerinin pek azına rıza olarak kalkar. Başta madenciler olmak üzere ülkenin tüm emekçileri ve muhalifleri için sonuç tam bir hüsrandır. Oysa yürüyüşte hep şu slogan atılmıştır: “Silkele başkan, düşecekler!”

Muhalefetle iktidar arasındaki ‘uzlaşılar’ genellikle iktidarın kazanımları hanesine yazılır. Muhalefet açısından ‘kötünün iyisi’ bir durumdan dahi söz edilemez. Oyunun kuralları bellidir ve gün bittiğinde her zaman kasa kazanır. İktidar sadece baskı araçları üzerinden varlığını sürdürmez; bazen de ‘taktik’ esnemelere başvurur, dahası buna ihtiyaç duyar. Toparlanınca gene bildiğini okur. Artık çok iyi bildiğimiz, ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etmek’ stratejisidir bu. Anlaşmaya varılıp muhalif kitle dağıldığında geriye yalnızca buruk anlar ve fotoğraflar kalır.

Özellikle liberal “entelijansiyanın” varlık nedeni ve gerçek misyonu, muhalefetle iktidarı (sözde) ortak noktalarda buluşturmaktır. Ana muhalefet partisinin zaman zaman sağ popülizme meyletmesinde etkileri oldukları biliniyor. Ancak, iktidarın dümen suyunda kalarak çözüm üretme olanağı teknik olarak zaten yoktur. Zira denge/konfor siyaseti son kertede daima iktidara hizmet eder. Düzenledikleri uzun yürüyüşü, en azından Hayır propagandasının devamı olarak görmek ve desteklemek boynumuzun borcudur.

Bir şehirden başka bir şehre yapılan ‘demokratik özlü sembolik bir yürüyüşün’ anlamı şudur: Hedeflenen noktaya varıldığında eylemin yalnızca sembolik tarafı biter. Demokratik özünün nerelere evrileceğini sadece “Tarih Tanrısı” bilir. O an ne yürüyüşü başlatanlar kalır, ne de bitirenler.

Siyasal iktidar ana muhalefetteki uyanışın farkında ve bundan büyük tedirginlik duyuyor. Bu yüzden kara propagandaya başlamakta gecikmediler. Gene bildik ‘terör örgütleriyle işbirliği’ nakaratını okuyorlar. Fakat korkmakta haklılar. Bu satırlar yazılırken Adapazarı’na yaklaşmakta olan Adalet Konvoyu, bünyesine kattığı her kişiyi ve grubu Adalet talebinin kapsayıcı potasında dönüştürme potansiyeline sahiptir.

Varsın ‘bedeni ve aklı yürütme’ eylemi geç başlamış olsun. Her doğru başlangıcın zamanlaması da doğrudur diyelim, umut etmeyi sürdürelim. Lakin sokak siyasetinin temel ilkesini hatırlatmadan da geçmeyelim: ‘Birileri sokağa çıkıp yürüdü mü artık kendileri değildir. Kendileri olmakta ısrar ederlerse bizden değildir. Biz kim miyiz? Adaleti her yerde, herkes için isteyenleriz.

Tümevarım-tümdengelim döngüsünü bağlamanın vakti geldi. ‘Yürümeye Övgü’ kitabının yazarı David Le Breton, ‘bedeni yürütmekle akıl yürütmek’ arasındaki ilişkinin pratik boyutuna dikkat çekerek meselenin özünü net biçimde ortaya koyar: "İnsan yürüyüşten değişmiş olarak döner."

Nuriye ve Semih insanlığın gözleridir. Kapanırlarsa insanlık biter. Adaleti önce onlar için, hemen şimdi istiyoruz!