Sırası mı şimdi post truthla uğraşmanın? Tam sırasıdır; şu salgın günlerinde, kurtlaşmış siyasetin hücum zamanlarında “budur, böyledir, günün ‘gerçeğidir’, adına post truth diyorlar” diyenlerle hesaplaşmanın tam zamanıdır. Post truth boyun eğdirme, teslim alma stratejisidir.

Adım Hayy, Yakzan’ın oğluyum

Onur Bilge Kula, “Doğu’dan Batı’ya Aydınlanma” (Tekin Yayınları) adlı çalışmasında İbni Sina ya da Batılıların söylediği gibi Avicenna’ya geniş yer verir. Kitapta Brecht’in ve Benjamin’in arkadaşı sosyalist düşünür Ernst Bloch’un, “Aristotelesçi Sol” diye tanımladığı yaklaşıma İbni Sina’nın katkılarından söz ederken “Hayy bin Yakzan” adlı eserini ilk felsefi roman olarak adlandırdığı da belirtilmiştir.

İlginç alegorilerle ilerleyen eserinde İbni Sina, eserin kahramanı Hayy’ı şöyle konuşturur: “Adım Hayy, Yakzan’ın oğluyum” Hayy diri, yaşayan demektir, Yakzan ise uyanan. Öyleyse diri ölümle, uyanan ise uyku ile tanımlanabilecektir. Eseri yorumlayan Bloch’a göre filozof, “görme yeterliliğinin ancak görülebilecek bir nesnenin varlığı ile olanaklı olabileceğini, görmenin gerçekleşmesinin ön koşulunun nesnenin, maddenin, özdeğin varlığıdır sonucuna vardığını, nesne ortadan yok olsa da nesnenin biçiminin insanın imgelem gücünde kaldığını” savunmaktadır. (sf.54)

Bloch’a göre İbni Sina’nın ‘Aristotelesçi Sol’a en önemli katkısı da şöyledir: “ancak görülen ve elde edilebilir bir şey tapınmaya layıktır; onunla uğraşmak gerekir. Bundan başka bir dünya yoktur; bütün olup biten, şu anda burada açık seçik bulunandır. İyilik kötülük, ne dilersen onu yap; çünkü bunların cezası yoktur. Senin Tanrı’nın varlığından da bir haber yoktur. Bütün işler, bu dünyadadır.” İmgelemin zincirlerinden kurtulduğu böyle bir ifadeden sonra, “ama insanın, diye devam eder filozofumuz, imgelem gücünün dışında bir gücü daha vardır. Bu güç ‘akıl gücüdür’ Akıl gücü ‘kuramsal akıl’ ve ‘edimsel akıl” diye ikiye ayrılır. Kuramsal akıl, doğruyu yanlıştan ayırma gücüdür. Edimsel akıl ise bedenin haline ve dünya işlerine bakar. Kuramsal aklın bildiği her şeyi ‘edimsel akıl’ yerine getirir; bir başka deyişle gerçeğe dönüştürür.” (sf.55)

ŞU GERÇEĞİ NE YAPALIM?

Maddenin, hareketin, aklın, kuramın, pratiğin bir araya geldiği böyle bir metin benim de hayal gücümü neden uyandırmasın ki? Aklı “çipa” olarak benimsemiş Modernitenin devrini tamamladığı, onun yerini bir dayanak noktası olmayan, parçalanma ve parçalamayla tanımlanan “postmodernizmin” aldığı böbürlenerek anlatılmıyor mu? Artık aklın, kitapla başlayan verimli zamanların sona erdiği sırasıyla gazete, radyo, televizyon ve internet kaynaklı medya aracılığı ile gerçek algısının değiştiği, değiştirildiği, gerçeğin yerini “post truth” denilen gerçek sonrası, ötesi, artık ne derseniz, algıya dayalı “gerçeğin” aldığı söylenmiyor mu? Peki, gerçekten de gerçek yok olup gitti mi? Bu algının gerçeğin ve hakikatin yerini alabileceğini ısrarla söyleyenler sanırım maddenin, hareketin, aklın, kuramın, pratiğin gücünü küçümsüyor; modernizmin kendini yenileme gücünden yoksun olduğunu sanıyorlar. Postmodernizmi içeriden bilenler ekonomide neoliberalizmin uzun sürmüş, kimi talihsiz gelişmelerden güç almış egemenliğinin sürüp gideceğinden pek eminler.

Doğru, gerçekten de iletişimdeki gelişmelerin parçalanmış algılar dünyasını beslediği, gerçeğin bu kargaşada, sis içinde kaybolup gittiği savlanabilir ama hep böyle gideceğini kim söylüyor ki? Kabul edemedikleri, postmodernizmin yapısı, kaotik karakteri gereği ayakta kalma yeteneğine sahip olmadığı, olamayacağıdır. Post yapısalcılığın “gösteren ile gösterileni birbirinden kopardığını” anlatan Terry Eagleton’u okurken, (Edebiyat Kuramı, sf.153. Ayrıntı Yayınları) aklıma Hayy bin Yakzan’ın “görme yeterliliğinin ancak görülebilecek bir nesnenin varlığı ile olanaklı olabileceğini” söylediği geliyor. Ama postçuluğun, kendini yenileme, aşma çabasındaki modernizmle kavgasının kuşkusuz çağdaş gelişmeye büyük katkısı oldu, oluyor. Bu akımın izleyicilerinden, filozoflarından çok şey öğrendik. Örneğin “Yapısökümü” anlatırken Jacques Derrida, “Sadece bitmiş bir varlık miras bırakır...” dememiş miydi? (Gün Doğmadan, sf.15, Dharma Yayınları) ve böylece bitenin, sözgelimi Marksizmin mirasını yeniden kurgulayan yapısökümünü öğrenmedik mi? Post truth’a giden yol da buradan geçmiyor muydu?

HANİ NERDE BUNUN SAHİBİ?

Çağdaşlık, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne sürüp giden macerasının adıdır. Varlığın eylemi, diyalektik (postçular bu kelimeyi duyunca bir tuhaf oluyorlar) gelişme, yolundan saptırılsa, tarih sık sık kazalardan söz etse de son tahlilde (bu lafı da hiç sevmezler) durdurulamaz bir hakikat hikâyesidir. Kimi zaman arızanın uzun sürdüğü, kanlı, insanlık dışı vahşetin galip geldiği doğrudur; ama bu kendine postmodernizm adını uygun görmüş, sahibi belirsiz, (sorsanız filozofların hiç birisi sahip çıkmaz, dışarıdan şevkle tarif etmeyi övgülerle anlatmaya tercih ederler) akımın geleceği yoktur. Kendi yok oluşunu, potansiyelini içinde taşıyan, yaşadığımız kaotik dönemin verdiği cesaretle hegemonyasını ürkek bir sesle ilan eden akım bir süre sonra modernizm eleştirisinin de elinden kayıp gittiğini görecektir.

Çünkü çağdaşlık, hep olduğu gibi modernitenin, aydınlanmanın özelliği kendini yenileme, en sert eleştirilere uğratma, aklın zenginleşmesinden ürkmek bir yana onun zenginleşmesinden beslenme yeteneğidir. Bilimi araçsallaştıranlar bunun geçici olduğunu, bilimin özü ile uyuşmadığını göreceklerdir. Çünkü postmodernizme soluk aldırdığı söylenen insanlığın gelişme hedefleriyle uyumsuz neoliberal politikalar iflas sürecindedir. Aynı nedenle postmodernizmin sistemin üst yapısı olma hedefi de başarısızlığa uğradı.

★ ★ ★

Kuşkusuz kendini eleştirmekten hiç vazgeçmeyen ufku açık, sosyalizme uzanan çağdaşlığın postmodernizmle savaşı da öyle bir çırpıda bitecek değildir. Kapitalizm tüm olanaklarını bu konudaki teorik, pratik çabayı desteklemek için seferber ediyor. Üniversiteler, akademi, medya, sosyal medya, büyük yayınevleri bunun için yıllardır uğraşıyorlar. Yayın dünyasında etkindirler. Şimdilerde sığınakları anlaşılmazlıktır. Popülist politika dilde nasıl ilkelliğe sığınıyorsa, postmodern literatür de anlaşılmamayı bir tür tuzak olarak genç aydınlara sunuyor. Oysa sorun basittir, zor anlaşılır olmak anlatılandan kaynaklanıyorsa bu giderilebilir bir zorluk olur; yok bir tür üsluba dönüşmüşse onlara yardımcı olmak ne gereklidir ne de işlevli.

Bu tür yöntemleri sıklıkla kullanan postmodernizm ve onun bir türevi olarak piyasaya sürülmüş post truth’un ideolojik bir formasyon olarak kalıcı olması, çağa damgasını vurması mümkün değildir. Konunun uzmanı sayılabilecek Yalın Alpay post truth’u “hakikatin önemsizleştirilmesi” olarak çeviriyor. Devamı da şöyledir: Kamuoyu oluşturmada aklın geri plana alınıp toplumun salt duygularına ve önyargılarına hitap edilerek doldurulması, ikna edilmesi, donatılması olarak çevrilebilir. Bu kavramla modernizmin aksine olguları merkeze alan rasyonel açıklamalar veriler, rakamlar yerine yalnızca duyguları coşturmaya odaklanan bir dünya tasarımına işaret ediyoruz.” (Yapı(t)söküm. Destek yayınları, sf.307) Bu çevirinin, yalana, saptırılmış algıya dayalı kavramı hafiflettiğini, kabul edilebilir hale getirmeyi amaçladığını düşünüyorum. Post truth “hakikatin önemsizleştirilmesi” değil değiştirilmesi, silinmesi, yok edilmesidir. Gerçek silinebilir, yok edilebilir mi? Sanmıyorum.

Peki, sırası mı şimdi post truthla uğraşmanın? Tam sırasıdır; şu salgın günlerinde, kurtlaşmış siyasetin dört koldan hücum ettiği zamanlarda “budur, böyledir, günün ‘gerçeğidir’, adına post truth diyorlar” diyenlerle hesaplaşmanın tam zamanıdır. Çünkü post truth boyun eğdirme, teslim alma stratejisidir.

Ne yapalım, “gerçeğin huyudur, bir gün ortaya çıkar” deyip kulağımızın üstüne mi yatalım yani?