Hiçbir şeyin adının konamadığı bir dönemin içindeyiz. Konamıyor çünkü faşizmi, tek adam rejimini sonlandırmak için verilen mücadelede hakkıyla yaşananın ismini koymaya kalktığınızda “şimdi sırası mı” diye susturuluyorsunuz.

Faşizm önce doğrudan baskı ve korku araçlarıyla susturuyor. Tektipleştirmeyi dayatıyor. Herkes aynı düşünmeli, iktidarı onaylamalı, iktidardan yana olmalı. Düşünmeyen, onaylamayanlar, yeterince milli ve yerli olmayan ötekiler oluveriyor.

Demokrasi alanı daraldıkça bu uğurda mücadele verenlerin içinden de bir süre sonra tektipleştirme refleksleri ortaya çıkmaya başlıyor, bir mücadele biçimi olarak. Mücadelenin ancak böyle kazanılabileceği savı üzerinden…

Bir süre sonra da zaten otosansür başlıyor. Faşizm öyle de böyle de susturuyor. Hiçbir şeyin adı hakkıyla konulamıyor. Kimse kendisi olamıyor.

Yolsuzluğun tanımı “kamu gücünü kötüye kullanarak özel kazanç elde etmek”. Yüzlerce yıldır insanlık tarihi yolsuzluk olmasın, kimse başkalarının haklarını gasp ederek kişisel kazanç elde edemesin, hele de toplumsal bir sorumluluğu yerine getirmek üzere elde ettiği kamu gücünü kullanarak bunu yapamasın, diye kurallar koyuyor, kurumlar inşa ediyor.

Sonra tek adam rejimi geliyor. Kamu gücünü açıkça özel kazanç elde etme güdüsüyle kullanacağını haykırıyor, devleti şirketleştiriyor. Üstelik de aile şirketi…

Turizm şirket sahibi turizm sektörünün işleyiş kurallarını belirlemek üzere turizm bakanı, özel hastane sahibi sağlık hizmetlerinin sağlanmasına dönük tüm kuralları belirlemek üzere sağlık bakanı, özel okul sahibi okulların işleyişini belirlemek üzere milli eğitim bakanı oluyor.

Halka, akla ve bilime rağmen mega rant projesi Kanal İstanbul’da ısrar eden ve rant güzergâhında arsa kapatmakla meşgul damat da, halkın emek emek çalışıp ödediği vergilerin nereye harcanacağına, kamu kaynaklarının hangi öncelikli alanlara dağıtılacağına karar veren bunu yöneten Hazine ve Maliye bakanı oluyor. Bu yönetim anlayışı tek adam rejiminin inşasının bir parçası.

Gelelim bu yaşananların adını hakkıyla koymaya: kamu gücünü kullanarak özel menfaatlerini gözetmek yolsuzluktur.
Rejimin ekonomi politiğinin bir parçası bu. Dün Oxfam raporu hepimizi bu ekonomi politiğin küresel boyuttaki ağır eşitsizlik sonuçlarıyla bir kez daha yüzleştirdi. En zengin 2153 kişinin serveti 4,6 milyar insanın servetinden fazla. Türkiye’de de durum hiç farklı değil. Toplumun yüzde 82’sinin serveti 10 bin doların altındayken, toplumun yüzde 0,1’inin serveti 1 milyon doların üzerinde. Bu gerçeği yansıtan verileri arttırmak mümkün.

Önemli olan hakkıyla adını koymak: bu ağır eşitsizlikler, % 1 uğruna %99’un bugününü ve yarınını heba eden düzenin bir sonucu. Kamu kaynaklarını halk için değil rantçı yandaş için harcamayı, kamu gücünü toplumsal önceliklerle değil bir aile şirketinin ortaklarının özel kazançlarını önceleyerek kullanmayı, kamu işleyişini hak temelli değil ahbap-çavuş ilişkileriyle kurmayı seçen bir düzenin sonucu.

Bu yaşadığımız ağır ekonomik adaletsizlikler bir yönetim beceriksizliğinin sonucu değil. Rejimin kendini ayakta tuttuğu için vazgeçemeyeceği bir ekonomi politiğin sonucu! Bunu çözecek olan da o zaman halkçı ve kamucu bir ekonomi politiğe dayanan ve bugünkü düzeni kökten değiştirecek olan bir yenilenme.

Bugünkü düzeni, içinden tedavi eden değil… Bugün artık kronikleşen ve bunalıma dönüşen kriz ancak vergi, sosyal politikalar ve üretim politikalarıyla kamunun rolünü yeniden tanımlayan bir yeni düzenle aşılabilir! Yani bugünün keskin sağ ekonomi politiğinin karşısına, sol ekonomi politiği koymakla aşılacak bu kriz.

Bu da hakkıyla adının konması gereken bir diğer gerçeğe işaret ediyor. Evet, sağ-sol vardır. Bugün tek adam rejimi ile mücadele etmek için mümkün olan en geniş demokrasi ittifakını kurmak bir zorunluluktur, şüphesiz.

Ancak bir zorunluluk da tek adam rejiminin dayattığı tektipçiliği kuvvetle reddetmek, faşizmin dayattığı tek tipçiliğin karşısında kendimiz olarak el ele verebilmek. Hedefimiz farklı siyasi görüşlerin yarışabilecekleri gerçek demokrasiyi var edebilmek olduğuna göre, bugün demokraside buluşanlarımızın kendini inkar ederek değil toplumu kendisinin siyasi değerleri ve ekonomi politiğinde buluşturacak siyaseti büyütmesi de bir zorunluluk.

Bunu denemedik henüz. Denersek göreceğiz ki esasında yarın gerçekten çok güzel olacak. Göreceğiz ki eşitlik, adalet, özgürlük ve demokrasi arayan halk düzenin değişmesine öncülük edecek.