Sokrates’in, Deniz’in, Rosenberglerin “masum”luğunu anlatıp durmak, aslında iktidardan adalet dilenmek değil midir? Bu bezirgân saltanatı için tehlikeliydi onlar. İktidarın adaleti açısından, masum değillerdi.

Adları geliyor aklımıza
Sovyetler Birliği adına casusluk yaptıkları iddiasıyla ABD’de idam edilen Ethel ve Julius Rosenberg.

Zafer KÖSE

19 Haziran 1953, Amerika. İdam edilmek üzere getirilen kadının kelepçeleri açılıyor. Az önce kocasının öldürüldüğü elektrikli sandalyeyi görüyor. Çabucak yapılmış rutin bir temizliğin amonyak kokusu havayı ağırlaştırıyor. Ne idrar ne yanık kokusu var odada.

Kendisini sandalyeye yönlendiren görevlilere karşı küçümseyici bir tavır takınıyor. Din görevlisinin odada bulunmasını istemediğini belirtiyor. O “devlet memuru”ndan da bir şey beklemiyor. Sakin biçimde ilerleyip yerine oturuyor.

Sandalyenin arkasındaki bölmeye geçen cellâda aldırmıyor. Oradaki şalterden geçip gelecek elektrikten korkmuyor. Kaybetmek de var bu hayatta. Ölmek de var. Bir de, elbette, ölümsüz hayaller var. Eşitlik, özgürlük, dayanışma, iyi insanlar… Asla yalnız bırakılmayacak dostlar var. Koşulların elverdiği son sınıra kadar güzel yaşamak gerek. Ölümden korkmayacak kadar sevmek hayatı. Canını sevmek. Ve diğer canları, güzel insanları, dünyayı, sosyalizmi!

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Adalet, iktidarın adaleti

Sokrates’in idamını bilirsiniz. Tarihin en ünlü ve eski siyasal cinayetlerinden biri. “Gençleri yoldan çıkarma suçu”ndan yargılanıp ölüme mahkûm edildi. Atina tanrılarını inkâr ederek düşüncelerini açıkladığını ileri sürenler için Sokrates’in varlığı zararlıydı.

Tarihteki bütün siyasal cinayetlerin özü böyle. Saltanatını yalan ve şiddet sayesinde sürdürenler, iktidarlarına tehdit oluşturanları yok etmek için harekete geçerler. Aslında Sokratesler, daha olayların en başında böyle bir olasılığın farkındadır. Ama asla vazgeçmezler. Çünkü onlar için asıl yok oluş, düşünmekten vazgeçmektir. Yaşamak, direnmektir. Mücadele etmektir. Derin duygularla, özgür düşüncelerle ve dayanışmayla geçen boyun eğmeyen bir ömrün sonunda, gerekirse, idamları için hazırlanan zehri alıp kendi elleriyle içerler. Hep yaşarlar. Yaşamı sürdürürler, yaratırlar.

Böyle insanların hikâyesini anlatırken, zulümden de söz etmek gerekir elbette. İşbirlikçilik, ispiyonculuk, korkaklık, hepsi, onların karşısına çıkan gerçekliklerdir. Fakat hiçbir zaman bir “mağduriyet hikâyesi” olamaz, onların hayatı. Yenilgi olabilir, tutsaklık olabilir ama tarihe bıraktıkları miras, teslim alınmanın aşağılayıcılığı olamaz.

Sokrateslerin, Denizlerin, Rosenberglerin katledilmesini, sadece “haksızlık” diye yorumlamak, onların masumluğunu anlatıp durmak, aslında iktidardan adalet dilenmek değil midir? Hiç de “masum” değildi onlar. Bu bezirgân saltanatına düşmandılar. Tehlikeliydiler. İktidarın kendi ölçütlerine göre “yanlış” karar verdiğini iddia etmeyi ve “Şimdi yargılansalar en fazla üç beş yıl hapis verilirdi” gibi yorumlar yapmayı düzenin bekçilerine bırakmak gerek.

Evet, Sokrates, “Ne kötü, haksız yere öldürülüyorsunuz” diyen dostuna o tarihi sözle karşılık vermişti: “Haklı yere öldürülsem daha mı iyi olurdu?” Bu söz, “mağduriyet” duygusunu aşmanın simgesidir. Haksızlığa uğradığı için yakınmak yok, hayıflanmak yok bu sözde.

Suçları, eşitlik talebi

1953’te, Amerikan Adaleti tarafından idama mahkûm edilen Rosenberglerin hikâyesi de çoğu zaman bir çaresizlik duygusu yaratılarak aktarılıyor. Amerika’nın hukuk sistemine göre, o tarihteki yasalara göre bile bir haksızlık yapıldığı, politik baskılar sonucunda mahkemeden öyle bir karar çıktığı yönünde çeşitli düşünceler dile getiriliyor. Bunlar doğrudur. Ama bu söylemde, Rosenberglerin mücadelesi ve dirençli kişilikleri çokça geri planda kalıyor. Oysa onlar tutsakken bile, düşüncelerini teslim etmediler. Onların yoldaşı olmak bizi asla utandırmaz. Pişmanlık hissettirmez.

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.

Olsa olsa, onlara yaraşır bir ömür yaşayamamaktan kaynaklanır utancımız. Bu da, kendi memleketimizde, kendi yıllarımızda tutsak edilen yoldaşlarımıza sahip çıkamamanın, sokaklarda öldürülen canları koruyamamanın utancından farklı bir duygu olamaz.

Onlar, insanı yozlaştıran koşulları yaratan bir düzenin adaleti tarafından öldürüldüler. İddia edilen o casusluk suçunu işlemedilerse de kastedilen amaç için yaşadılar. Ve yaşadıkları gibi öldüler. Kapitalist iktidarı yıkmak uğruna. Hangi kanun maddesine göre yargılanmış olursa olsunlar, gerçekte yoksulluğun ve ayrımcılığın olmayacağı, yeni, sosyalist bir dünya istemekten suçlu bulundular.

Amerika’nın çarkları hâlâ aynı amaçla dönmeye devam ediyor. Tüm dünyada kitlesel medya hâlâ, o günlerde Rosenberglerin çocuklarına yapıldığı gibi, çocukları anne babalarından nefret ettirmek, onlar hakkında yalan ifade verdirmek, gençleri direniş geleneğinden koparmak amacıyla yayın yapıyor. Bizler sevmeyelim diye, insanlık Rosenbergleri unutsun diye dönüyor kapitalizmin çarkları. Aklımıza gelmesinler diye.

Öyleyse, Melih Cevdet Anday’ın müthiş dizelerinden Zülfü Livaneli’nin bestelediği o ölümsüz şarkıyı dinleyelim. Hep birlikte söyleyelim:

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Duygularımızın naifliğiyle direnelim.