Bana sorarsanız milliyetçilikten saygısızlığa, arsızlıktan kaderciliğe pek çok toplumsal problemimizin altında aynı şey var: Bu ülkede eşşek kadar adamlar hâlâ ana kuzusudur

Erkek, evrimin bir önceki hali. Cem Yılmaz’ın deyişiyle, kadın bir tür güncellenmiş versiyon. Ispatı da her yerde.
Çocuk yapmaya niyetlenmiş bir arkadaşım, eşi hamile kalınca çok sevinmiş. Erkek olduğunu öğrenince de “Olsun. Biraz andavallı olur ama daha kolay başa çıkarız belki bu sayede” deyince hamile eşi bozulmuş. Olay bir deniz otobüsünde geçiyormuş. Rastlantı bu ya, önlerinde 10 yaşlarında üç oğlan çocuğu bir araba dergisini karıştırıyor ve “abooov, hobareeey” filan gibi manasız tezahüratlarla arabalara bakıyorlarmış. Sonra çocuklar kalkmış, aynı yere okul öncesi yaşlarda oğlanların akrabaları olan ikiz kızkardeşler oturmuş. Ve abilerinin bıraktığı dergiye bilgiç bilgiç bakmaya başlamışlar. Arkadaşım atlamış. “Bak şu kızlara, bir de deminki oğlanlara bak” demiş.

Arkadaşımın bu lafı üzerine eşi kafasını ön tarafa uzatıp sormuş: “Neye bakıyorsunuz kızlar?”
Kızlar bir güzel analiz etmişler: “Abilerimiz bu dergide ne buldular anlamadık. Hem araba kullanmayı bilmiyorlar, zaten bilseler paraları yok, paraları olsa ehliyet alamazlar…”

Tamam, bir miktar sevimsiz ve bilgiç bir yorum. Fakat ürkütücü derecede analitik değil mi? Kendilerinden en az 4 yaş büyük oğlan çocukları hakkında yaptıkları yoruma bakın.

Ben şahsen ortaokulda onun için ölüp ölüp dirildiğim bir kız arkadaşımın ‘ortamlarda’ bir sürü boş yer varken neden sıkış tepiş sürekli yanıma oturmaya çalıştığını anladığımda çoktan iş işten geçmişti. Bunu “andavallı” dışında bir kelime anlatabilir mi? Çocukluğumuzda kızlar hayat simülasyonu şeklinde oyunlar oynarken biz zavallı erkeklerin birbirini itip kakarak ve bağrışarak oynamamız bir tesadüf olabilir mi?

4 yaşında bir oğlan çocuğunu yürürken düşünün. Önüne dahi bakamaz. Sağı solu şaşkınlıkla seyrederek ve genellikle ne tarafa dahi gittiğini bilmeyerek yürür. Önüne bakarak ve yorum yaparak yürüyenler hep kız çocuklarıdır. Zaten pedagoglar dahi kız çocuklarına daha sık bakarlar. Erkekler daha geç değişim gösterdikleri için.

Doğmuş çocuklar üzerindeki etkilerimizi düşünsenize. Yenidoğan annesine derhal yapışırken baba, her gördüğünde başka birisi zannettiği bir heyyuladır. Anne ilk çocuğunda sanki yirminciyi yapıyormuş gibi davranırken baba genellikle ellerini koyacak yer bulamaz.

İşin traji komik yanı, sürekli kendimizi beğendirmeye çalışmaktan nasıl büyük bir yanılgı içinde olduğumuzu ıskalıyoruz. Güçsüzlüğümüzü, korkaklığımızı tahakkümle örtmeye çalışıyoruz. Sanırım hepimiz belli dozlarda yapıyoruz bunu.

Şunu araya girelim. Ortada bir kadın sorunu yok. Ortada bir erkek sorunu var. Kadın sorunu dedikçe bir kategorik hata yapılıyor. Problem hedef değiştiriyor. Çünkü sorunun kaynağı erkekler. Üstelik hedefi de sadece kadınlar değil. Kadınlar, çocuklar, LGBTİ’ler, hayvanlar ve diğer erkekler, hatta kimi eşyalar (asansörde damacanayla görüntülenen erkeği hatırlayın) da bundan muzdarip.

•••

Gelelim bugüne, yani anneler gününe. Bir kere anneliğin önemini bilmekle beraber bunun biyolojik bir durum olduğunu unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Benim kanaatime göre biyolojik bir durum, biyolojik bir durumdur. Kutsal olamaz.

Ayrıca kadınlar, yani potansiyel yahut kinetik anneler derken insanlığın yarısından bahsediyoruz. İnsanlığın bu kadar büyük bir bölümü bu kadar mukaddes olsa idi hepimizin şahane hayatı olurdu. Sadece Gramsci’yi, Bob Dylan’ı yahut İbrahim Kaypakkaya’yı doğurmadı anneler. Bu kadar alçağı da anneler doğurdu. Annelerden çıkanlar ortada olduğuna göre yere göre sığmayan tek bir şey olabilir: Biyolojik zahmetler. Hamilelik, doğum, emzirme... filan gibi kadına özel zahmetler... (Bunlar da hakikaten çok zor. Evrim sağolsun muhtelif hazlar ve hormonlarla süsleyerek katlanılır hale getiriyor. Bütün hayvanların yavrularının bu kadar sempatik olması sadece boyutla mı ilgili? Her gün defalarca altına yapan yaratık cüce bir Jack Nicholson formunda olsaydı kim buna talip olurdu?)

Bana sorarsanız milliyetçilikten saygısızlığa, arsızlıktan kaderciliğe pek çok toplumsal problemimizin altında aynı şey var: Bu ülkede eşşek kadar adamlar hâlâ ana kuzusudur.

Çünkü anne, biyolojik üstünlüğünü işlemlemiştir ve müsibet bir fedakarlığa tahvil etmiştir: “Ben görmedim yavrum görsün”. Bu fedakarlığın karşılığı da ömür boyu sürecek bir (nevi) esarettir.

Yarım metrelik o canlı, bir senetle doğar. İlk günden görev listesi hazırdır. Annesinin görmediklerini görmekle, yapamadıklarını yapmakla, çatlatmak istediklerini çatlatmakla yükümlüdür. Annesi yatırım halindedir sürekli. “Ay bunu mu esirgeyecek”tir sonuçta. Baba bu sırada ellerini koyacak yer yahut uzaktan kumandalı helikopter filan arıyor olabilir.

Saçma sapan bir bebek odası yapılır. Erkekse masmavi, kızsa pespembe, özene bezene. Bebek farkında mıdır? Hayır tabii ki. 30 cm mesafede ancak el kadar nesneleri seçecek kadar görür. Renk hiç görmez. O pespembe odasının pembesini ayırabilmesi için 12 ay geçirmesi gerekir.

Dahası, zararlıdır öyle odalar. Toz/allerji başta olmak üzere bir çok sebepten dolayı bebek odasında perde ve yatak hariç neredeyse hiç eşya olmamalıdır. Kimin umurunda?

Bebek farkında olmadığına göre odası kime yapılır? Tabii ki eve gelen misafirlere. Ya 1 yaş doğumgünü... Neden bütün bebekler ilk doğumgünlerini ağlayarak geçirir? Saadetten mi?

Fedakarlığın prezentasyon katmanı çok önemlidir.



Florasan ışığından Mussollini’ye her konu annenin bebeği için nasıl çırpındığına bağlanır. Bölgenin en iyi çocuk doktoru onlarınkidir ve zırt pırt ilaca karşıdır, doğal yöntemler kullanır. TV ve yürüteç kat’iyyen kullanılmaz, hoppala olabilir. (Gerçekte ilaç bolca kullanılır. Yürüteç çok satanlar listesindedir. Baby TV kapanmaz ve doğal yöntemler de sıkma portakal suyu düzeyindedir.)

Uyarılar da buzdolabına postitlenir: “Alican’ın tabağına az yemek konsun ki bitirme zaferini yaşasın”.

Bir baba yolda yürür. Gördüğü bebekleri sever. Bir anne yolda yürür. Gördüğü bebekleri sever ve puseti ne marka, anne doğum kilolarını vermiş mi, bebeğe ne giydirmiş... Hepsini, hepsini birden değerlendirir. Değerlendirme sonucunu genellikle tek bir yüz ifadesine sığdırılır.

Blöf anneliğin yarısıdır. Bir kaç kitap okunur, biraz da başka annelerin bloğu gezilir. Akademik hayat tamamlanmıştır. Paraben, BPA, Montessori (ben de bayılırım, ayrı), çocuklarla kaliteli zaman, birey yetiştirmek, çocukla arkadaş olmak filan gibi çoğu sorunlu bir yığın ezber, her türlü sohbette eşe dosta bilgi olarak sunulur.

Bir arkadaşım isyan etmişti: “Ulan niye çocuğumla arkadaş olacakmışım, anne olacağım ben anneeee”. Ne haklı. Sen git 30 yaşında kadın el kadar çocukla arkadaşçılık oyna.

Google’a girin “çocuklarla kaliteli zaman” araması yapın. Tırnak içine alın ki kelimeleri başka sonuç sızmasın. 4000 ayrı sayfa geldiğini göreceksiniz. Herkes zamanını kaliteli geçirmeye çalışıyor. Ne bu?

Sektör, uzmanlar, doktorlar, bir bilenler kavramları önce sündürürler, sonra döndürürler. “Çocuğunuza vakit ayırın” epeydir bitti (ne ayıracaktık, rakı mı?), “kaliteli zaman” mevzuu da sündü. Batıdaki sırayı takip edersek arkasından “aşırı ebeveynlik” gelmesi beklenir. Yani ebeveynlik olayının suyunu çıkarma, çocuğu proje olarak ele alma saçmalığı. Daha bezi takılıyken okula karar vermek gibi. Şimdilik 400 sonuç.

Ben müthiş sırrı vereyim: Kaliteli zaman kalitesiz zamandan iyidir. Koşmak, su içmek, ebeveynlik, hatta John Coltrane’in bile aşırısı kötüdür. Maviyle sarıyı karıştırınca da yeşil olur. Sakin olun.

Aslında pek çok şeyin işareti doğum öncesinde gizlidir. Melike Demirağ’dan duymuş ürkmüştüm ilk: “Nereye, nasıl bir dünyaya getiriyorsun yavrunu?”. Bu sık kullanılan “duyarlı aday anne” cümlesi bahane ihtiyacına işaret eder.
Retoriklerin en sahtekarıdır: “Böyle bir dünyaya çocuk getirmeye cesaret edemiyorum.”

Deşifre edelim: “9 ay taşımaya, 1 yıl emzirmeye, uykusuz gecelere ve yıllar sürecek zahmete katlanamayacağım.”
Bence durum çok açık. Spermi de yumurtayı da abartmamak lazım. Çocuk kimsenin değildir. Proje hiç değildir. Anne baba geçici hizmetle yükümlüdür. Çocuk kendinize yaptığınız bir şey değildir.
Bütün annelerin şerefine bu hafta!