2006 yılında bağımsızlığını ilan eden Karadağ’ın anayasada kendini tanımladığı kısım pek güzel: “Karadağ, demokratik, refah ve çevreci bir ülkedir”. Biz demokratik olan kısmını anlayabilecek kadar uzun süre geçiremedik Karadağ’da ama yeşille mavinin ahengini de gördüğümüzü söylemeliyim

Adriyatik’e elveda derken...

Dubrovnik’te iki gün geçirdikten sonra, güneye, Karadağ’a doğru direksiyonu çevirdik. Kotor, Budva ve Bar’da en az iki gün geçirme planımız vardı. Zira ekipçe bu turda görmek istediğimiz yerlerin başında bu bölge geliyordu. Bu yerlerin tamamını gördük ama planladığımız kadar vakit geçirmemiz pek olası olmadı.
Karadağ zaten o kadar ufak ki neredeyse Trakya Bölgesi’nin yarısı kadar bir yüzölçümüne sahip. Kıyı şeridinin uzunluğu ise sadece 115 kilometre. Yaklaşık Kadıköy kadar, yani 600 bin nüfusa sahip ufacık bir ülke.

Doğa harikası Kotor

Kotor’un büyüleyen halini unutmak mümkün değil. Körfez desen körfez değil, iç deniz desen o da değil. Bir doğa harikası demek en doğrusu sanırım. Dubrovnik’teki kalenin bir benzeri Kotor’da var. İçinde dükkânların, hayatın aktığı bir pazar ve ticaret alanı da diyebiliriz buraya. Kısa bir soluklanma molası verdikten sonra Budva ve Bar’dan geçerek Arnavutluk sınırına ulaştık.
Arnavutluk gümrüğünde tüm araçların didik didik arandığını görünce uzunca bir süre bekleyeceğimizi düşündük. Ama en kısa sürede geçtiğimiz gümrük kapısı sanırım burası oldu. “Devam et Turko, devam et komşu” diyen polislere selam edip, Arnavutluk’a giriş yaptık.
Arnavutluk rotamız İşkodra, Tiran, Elbasan ve Korçe üzerinden Yunanistan’dı. İşkodra’da kahve, Tiran’da öğle yemeği, Elbasan yakınlarında konaklama ve akşam yemeği, Korçe’de de elbette meşhur Korçe birası içip Yunanistan’a girecektik. Hızlandırılmış bir Arnavutluk turu ile de etrafta ne var ne yok, insanlar nasıl, fiyatlar ne âlemde anlayabilme arayışındaydık.

Yol kenarında unutulmaz lezzet​

Shkoder (İşkodra) kentinde inanılmaz bir bisiklet kullanımı mevcut. Takım elbiseliler, yaşlı insanlar, çocuklar, kadınlar bisiklet üzerindeydi. İşkodra tarihi bir kent, köprüler ve evlerde Osmanlı esintisi görmek olası. İçilen kahvelerin ardından akşam karanlığı çökmeden Tiran’a doğru yola koyulduk. Arnavutluk’un başkenti Tiran karmaşık ve kalabalık akşam trafiğiyle bizi karşıladı. O denli karmaşıktı ki anayola çıkabilmek için şehir içinde iki tur atmamız gerekti. Son yılların artan nüfusuyla kimliği değişiklik gösteren Tiran, yükselen turist sayısıyla da dikkat çekiyor. Aperatif bir şeylerle açlığımızı bastırıp, başkent Tiran’dan Elbasan’a doğru yola devam ettik.
Yol kenarındaki bir benzinlikten yakıt alırken, bizimle muhabbete başlayan pompacının yakınlarda kamp alanı olmadığını ama benzinliğin yanındaki çimenlik alanda kalabileceğimizi söylemesi ile birbirimize baktık ve orada kalmaya karar verdik. Benzincinin karşısındaki lokantadan gelen bir adam, sıfır Türkçe ve sıfır İngilizce ile kendini ifade etmeye çalışıyor, vücut diliyle “Yoldan geldiniz, karnınız açtır, haydi gelin” diyordu. Karavanı park edip, lokantaya geçtik. Ne yalan söyleyeyim, yemek sonrasında gelecek olan hesabın karşılığında bu denli leziz bir et, bu kadar taze mezeler ve enfes biralar içeceğimi hayal bile etmiyordum!

Burası bizim evimiz mi?

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde yola koyulduk. Dağları tırmandık, dağlardan aşağıya indik. Tepeden Ohrid Gölü’ne selam çakıp, kıyısında bir mola vererek çayımızı demledik, kahvaltımızı yaptık. Ohrid Gölü’nün bir yarısı Makedonya’da, diğer yarısı da Arnavutluk’ta kalıyor. Biz karşı kıyıya selam edip, demli çaylarımızı içtikten sonra yolun keyfini sürüp Korçe’ye ulaştık. Öğle vakti, Arnavutluk’tan ayrılmadan evvel, çok methettikleri Korçe biralarından birer tane içip Yunanistan sınırına geldik.

Biz ne zaman Yunanistan kara sahasına girsek, sanki memlekete ayak basmışız gibi hissediyoruz. Koltukta oturuş şeklim bile değişiyor. Sanki polis çevirse “Kalimera ya sas” deyip muhabbete girecekmişim gibi düşünüyorum. Yunanistan sınırındaki Kastoria’dan Selanik’e doğru ilerlerken de bunu düşündüm. Ardından yıllar önce gittiğim, ara sokaklarda ve sapa bir yerde olan Tsinari’yi tek seferde, şaşırmadan bulunca “Benim ruhum burada” diye aklımdan geçirmedim değil.

Sonrası... Sonrası, Selanik’te en sevdiğimiz Yunan mezeleriyle mükellef bir sofra kurmamız, ardından Aristoteles Meydanı’ndan Ege’ye bakışımız, Kavala’ya doğru yolda rembetiko dinleyip yolun keyfini sürüp ve nihayetinde ülkemize girişimiz. Evet, sayın okuyucu Karavanla Balkan Turu’nun ilk kısmının sonuna gelsek de seri devam edecek!

Yurtdışı yazılarına devam!

Yunanistan’a dair önümüzdeki haftalarda yayımlanacak çokça yazı hazırlıyorum. Fakat Arnavutluk ve Karadağ üzerine daha detaylı şeyler yazmak isterdim, bir dahaki sefere diyelim. 17 günde gerçekleştirdiğimiz ‘Karavanla Balkan Turu’muza dair sekiz haftadır süren yazıların sonuna geldim. Sonraki haftalarda beş günümüzü geçirdiğimiz Kosova-Prizren gezimizi kaleme alacağım. Devamındaysa uzun süreli bir Yunanistan dosyası hazırlıyorum sizler için. İçinde neler mi var? Yunan adaları Kos ve Meis’te geçirdiğimiz özel zamanlar, Khalkidiki’de yaz tatilinde yaşadıklarımız, Nea Tenedos’ta ve Volos’ta Bozcaada’dan yıllar önce göçmüş iki Rum aileyi ziyaretimiz, Selanik’te Yunan dostlarımızla geçirdiğimiz dört gün, Thassos Adası’nın altını üstüne getirip keyfini sürdüğümüz günler, Yunan mutfağının nadide örnekleri, Kavala ve İskeçe’nin daha önce girmediğimiz sokakları ve dahası var!