Faşizm, Irkçılık ve Ayrımcılık Yazıları, faşizm canavarının suretlerini tartışıyor. Yükselen faşizmin, ülkeler özelinde örneklerle gösteren, yerel faşizm(ler)in küresel bir sermaye kriziyle ilişkisini anlamaya, aktarmaya yönelik bir çaba

Affedersiniz faşistler!

HÜSEYİN İZMİR

“Kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında da sussunlar”
Max Horkheimer


Sermayenin bağrında uyuyan bir canavar, her köşeye sıkıştığında kendi tahakküm alanına sinmekteyse de saldırmaya hazır, gözü açık bir şekilde uyur. Korkunun ve nefretin açlığıyla beslenen, beslendikçe kendi içini kemiren bir insan-dışılıktır bu canavar. Önceleri genişleyen ve gittikçe daralan, en sonunda aynadaki suretine yönelen bir “ben” halidir. Çok yüzlülüğünü inkâra yönelmiş, tek yüzlülüğe öykünen; büyüdükçe nefreti daralan, kendine yönelen bir “insanlık” hali. Oysa yeni dünya düzenine saldıran Atlas’tır; her söz, her mücadele tek bir söze indirgenir, tek bir söze yönelir: Bu dünyanın yükünü taşıyan, onu üreten Atlas’a; “Ötekine”.

Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in derlediği Faşizm, Irkçılık ve Ayrımcılık Yazıları, işte bu canavarın suretlerini tartışıyor. Dünyada yükselen faşizmin, ülkeler özelinde örneklerle gösteren, yerel faşizm(ler)in küresel bir sermaye krizi ile olan ilişkisini anlamaya, aktarmaya yönelik bir çaba. İçerisinde Umberto Eco, Bertolt Brecht, Samir Amin gibi faşizm karşıtı yazarların da çevirilerinin bulunduğu kitap, kriz dönemleri yükselen faşizmim, ırkçılığın ve ayrımcılığın birdenbire değil gözlerimizin önünde, gözlerimizin içine baka baka geldiğinin, ancak bu “gelişe” dur demenin, “hatırlamanın”, “gülümsemenin” ve insanı insan olduğu için seven bir anlayışın da imkanını tartışıyor.

Kitabın içerdiği en hırçın tartışma bir “söze” dair; bugün Türkiye’de sürekli işitmekte olduğumuz bir söz bu: Sürekli tekrardan oluşan ve “Ötekine” yönelen bir söz, üstelik “şiirsel” bir tınıya bile sahip. Lakin bu “şiirsel tını” tam da şiirselliği tüketen bir şiddet hali. Bu söz her yerde, sürekli tekrarlanıyor ve tekrarlandıkça hiçleşip sözüm ona “geçmişin yüceliğini” bugüne taşımaya yeltenmeye kalkışıyor. Yakıyor yıkıyor bu söz. Şiddeti besleyen iktidarın acizliğini körüklüyor. Ve kendi sesinin tınısını bozan her şeye, her biçime, her insana savaş açıyor. Geçmişin düşmanları da şimdi de/yaşanılan anda onun için; “Affedersiniz Ermeniler”, “Affedersiniz Yahudiler”, “Affedersiniz Aleviler” şeklinde “ötekine” olan nefretini bilinçaltından haykırıyor.


Hepimizin gözünün içine bakarak sitematikleştirilmiş nefrete alkış tutulmasını, onaylanmasını arzulayan iktidar kapitalizmin krizlerinde homurdandıkça, mikro faşizmler “milliyetçi” güzellemeler ile insanlığa saldırmaya devam ediyor. Irkına, dinine, mezhebine dayanan tanımlamalarla aslında kendi kendini de yalanlarken, “milli” şuur kutsal; insanlar ölmesin diyenler “hain” olacaktır elbet. Sözün tınısını bozan herkesin tarihi bulanıklaşır oysaki. “Hainler” her zaman aslını unutmuş bir kimliğe ya da “asıl olan” kimliğin dışında olanlar için saldırı sözcüğüne dönüşür. Yabancı artık keşfedilmesi gereken değil, yok edilmesi gereken bir tehdit unsurudur.

Sermayenin canavarı homurdanmaktadır. Uykusunda morpheus bir düş çizer. Düşün rengi kırmızıdır. Kanlarımızda yıkanmaya ant içenler, inlerimize girmeye ant içenlerle bir sözleşme imzalar: Yıkım ve nefret. İnsanı insan olduğu için değil, dolaylı yollarla severler; bu kimi zaman yaratandan gelen bir sevgi, kimi zaman aynı ırka aynı dine aidiyettir; kimi zamansa sermayenin çıkarı. Oysa asıl çelişki tam da bu “kimi zamanlarda” değil midir?

Ve bu “kimi zamanlar” da dâhil olmak üzere her zaman Atlas, kimsenin yabancısı olmadığı bir dünyanın yükünü omuzlarından atmadan bu dünyayı kurmaktadır! Faşizme karşı neden “omuz omuza” mücadele verilmesi gerektiğini haykırarak…