Affetmek özgürleştirir mi?
Fotoğraf: Freepik

Nesli Zağlı

Çocukluk travmalarımızdan başlayarak, geldiğimiz yaşa kadar bizi ihmal eden, istismar eden, terk eden, canımızı yakan, hayallerimizi yıkan tüm o insanları affedebildik mi? Peki ya canını yaktığımız insanlar için kendimizi affettik mi? Toplumlar zulmedenleri affetti mi? Soykırıma uğrayanlar cellatlarını affetti mi? Affetmek ne denli karmaşık ve çok boyutlu bir kavram gerçekten, şaşıyorum.

Psikoloji ve psikanalizin en az ilgi duyulan konularından olması neye bağlıdır acaba? Ruhsallık adına bu kadar merkezi ve sofistike bir kavram olan affetmenin bu denli göz ardı edilmesini şu şekilde açıklıyorum: Bizlerin affedememiş olması! Bu konuyu yazmaya karar verdikten sonra o kadar çok düşündüm ve iç muhasebe yaptım ki. Bu yazının fikri bende Berkun Oya’nın “Cici” filmi sonrası, sosyal medyada dönen travma tartışmalarından sonra uyandı. Kimi filmde yansıtılan çocukluk travmasının çok da büyütülecek bir yanı olmadığını söyledi, kimi buna karşı çıktı. Benim fikrimi sorarsanız çocuğun babası tarafından akranı önünde soğuk suyla ıslatılması başlı başına bir travma olmasa dahi, çocuğun yaşadığı o evdeki travmatize edici her şey bu olayı “bardağı taşıran son damla travması” haline getirdi. Bu hayatlarımızda o kadar çok yer alır ki, hepimiz incitildiğimiz yerlerden daha sıradan bir travmanın darbesiyle kırılabiliriz. Peki, o çocuk babasını ve yaşattıklarını affedebilir mi? Bu hiç olmayacak bir şey değil. Bağışlamak kimine göre mümkün bir eylemdir. Ama ya eylem onur kırıcı yok saymalardan fazlasıysa? Örneğin bir başkasının yaşamına son vermeye varıyorsa? Zihni kendini terk etmeye meyletmiş hasta bir kadının bile kurtulamadığıdır “kendini affedememek”. Kendini affetmek mi, yoksa bir ötekini affetmek mi daha zor, bunun cevabını bilmiyorum. Ama cevabın “kendi ve öteki” hakkında farklı dinamikleri olan her birey için değişebileceğine eminim.

Affetmek konusunun psikolojik bilimlerde az çalışılmasının sebebi; kavramın bilimden çok dinlere yakın bir olgu olarak konumlanması da olabilir. Hemen hemen her dinde affetmenin yüceltildiği, kin ve düşmanlığın ise günah görüldüğü söylenir. Geçtiğimiz aylarda “aile dizimi” hakkında yazdığım yazıda, sistemin kurucusunun bir din adamı olduğundan ve geliştirdiği tekniğin temelinde affetmek olduğundan bahsetmiştim. Bu maalesef tacizcini, tecavüzcünü affetmeye, evladını katledeni affetmeye, celladını affetmeye varacak kadar uç noktalara varabilen bir talep. Bu talebin ne kadarı dinsel, ne kadarı sistematik bir kötücüllüğe hizmet ediyor emin olamıyorum. Eğer burada amaçlanan manevi bir huzurun (bireysel ve toplumsal) gerekliliğini yerine getirmekse, huzur için affetmenin şart olmayabileceğine pay bırakmamız gerek. Dinler dışında, en az dinler kadar afyon etkisine sahip kişisel gelişim endüstrisi de affetmeyi kutsuyor. Neoliberal politikaların kıskacında bireylerin birbirini affetmesi ve huşu içinde çatışmasız yaşaması sistemin devamlılığı açısından çok makbul. Çünkü neoliberalizm uyumlu, esnek, kolay etkilenebilir insanları tercih ediyor. Kalbinde kin olan insan epey surat asıyor ve bizlerin her şey yolundaymış gibi gülümsemesi gerekiyor. “Affetmek özgürleştirir” sloganıyla hemen yanı başımızdalar. Siz ikna oldunuz mu?

Bu konuyu tartışmaya başlamadan evvel bir psikanalitik çerçeve çizmek gerekiyor. Çoğu psikanalitik metinde affetmenin “narsisistik ihtiyaçları” karşılayan ve bu nedenle de doyum yaratan bir kavram olduğu belirtilmiş. Affetmek kavramı genel olarak en çok Nesne İlişkileri Kuramı çerçevesinde değerlendirilmiş. Kısaca özetlemek gerekirse bu kuram erken çocukluk döneminde bakım verenlerle (çoğu zaman anne) kurulan ilişkilere dair zihinsel temsillerinin yaşam boyu ilişkilere “aktarıldığı” düşüncesine dayanır. Kuramın geliştiricisi Melanie Klein ve sonrasında şekillendiren Otto Kernberg’e göre ötekini affedememek, bölme ve yansıtma gibi ilkel savunma düzeneklerini barındıran bir mekanizmadır. Bu noktayı örneklemeye çalışayım. Ebeveynleri daha yüksek statüde olan öğrencilerini kayıran (bu çok sıktır) bir ilkokul öğretmenim var. Bir gün sınıfta ezberlememi istediği şeyi ezberleyemediğim için bana herkesin ortasında aşağılayıcı sözler söylüyor. Bir ömür bu aşağılanmayı, utancı ve öfkeyi unutamıyorum. Dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak yaşadığım duyguları da öğretmenime yansıtıyorum. Burada nesne ilişkileri kuramına göre, aynı bir bebeğin süt veren memeyi iyi ve vermeyeni kötü olarak böldüğü gibi ben de öğretmenimi kötü olarak bölüyorum. Oysa affedebilmek için, öğretmenimin benim için yaptığı iyi şeyleri de düşünmem ve iyi ve kötü yönlerini birleştirmem lazım. Aslında bu mekanizma psikoterapi süreçlerinde danışanın terapötik bir iyileşme yaşamasını sağlayan bir durumdur. Annemizi aldattığı için affedemediğimiz babamız, bizimle miras kavgasına düştüğü için affedemediğimiz ağabeyimiz, bir kez bile bize dokunup "Seni seviyorum" dememiş annemiz, bizi en zor günümüzde yüz üstü bırakan dostumuz, bizi taciz eden büyük kuzenimiz, hırsız komşumuz, arsız bakkalımız, yüzsüz patronumuz, hissiz eski eşimiz… Dünyanın tüm terapi odalarında şu anda bu kişilerin kulakları çın çın çınlıyor. Bazı terapistler herkesi iyisi ve kötüsüyle kabullenmenin mümkün olduğunu salık veriyorlar. Bu kişiye dair bölüp parçaladıklarını birleştir şimdi, ondan tam birisi yap ve geç karşısına "Seni affediyorum" de. Başka terapistler affetmenin özgürleştirdiğine pek de prim vermiyor. Danışanlarının acısını, hayal kırıklığını, öfkesini, isyanını tutabilmesinin yolunu yapıyorlar sürekli. Her halükarda, tüm ömrümüz affedilmesi imkânsız bir takım insanların açtığı yaralarda gölgeleniyor.

Oscar Wilde diyor ki; “Çocuklar en başta anne babalarını koşulsuz severler, bir zaman sonra onları yargılamaya başlarlar, nadiren onları affederler.” Evet özellikle çocukluk çağındaki ihmal ve istismarları affetmek çok zor. Bu ihmal ve istismarların niteliği elbette önemli. Çocuğu yarı aç gezdiren bir ebeveynin ihmali farklı, ağabeyi tarafından sürekli tartaklanmak farklı; aile için şiddet, kaos, ensest çok daha farklı. Burada affedilmesi beklenen suçun niteliği, bağlamı ve kapsamı çok önemli. Toplum olarak ebeveynleri ve aileleriyle çok iç içe görünüp, onlar tarafından had safhada örselenmiş insanlarız. Aslında affedebilmek önce bir mesafe alabilmeyi gerektirir. Dışarısına çıkıp bakmadığın bir şeyin iyiliğini, kötülüğünü harmanlayıp bir bütün elde edemezsin. Bu yüzden de ekonomik özgürlük ile birlikte gelen bağımsızlaşma yaşlarında (genellikle 30 ve üstü) affedilmesi gereken konular klasör klasör birikir. Bazı muhasebeler ise hiç sonlandırılamayacaktır. Bizim için kendimizle birlikte sürüklediğimiz gölgeler gibidir affedemediklerimiz. Bazen de onları affettiğimiz için kendimizi affetmeyiz ki inanın bu en kötüsüdür.

Son olarak affetmenin sadece bireysel bir konu olmadığını hatırlatmak isterim. Metallica’nın Unforgiven şarkısındaki gibi affedilmeyen sadece ebeveyn ve aile değil, toplum, devlet, teşkilattır bizim için. Denk olmayan orantısız güç kullanan, zulmeden, katleden, yok eden bir güruhu kim ve ne diye bağışlayabilir? Yahudi soykırımından kurtulanlar, yakınları ve aslında insan olan tüm dünya affedebilir mi? Peki ya biz? Biz bu ülke tarihinde ve özellikle son yirmi yılda içinden geçtiğimiz toplumsal travmaları affedebiliyor muyuz? Bakın bu noktada ihmal ve istismar eden ebeveynden ve insanlardan farksızdır devlet dediğimiz. Tarihin böyle kötücül teşkilatlarını affetmek özgürleştiremeyeceği gibi aksine bizi olduğumuz yere zincirler. Bize travma yaratan her türlü kişi ve kurum karşısında dimdik durmak, dayanışmak ve mücadele etmek asıl bizi özgürleştirecek olan. Affetmenin özgürleştirecek olmasa bile ferahlatacak ve içsel kaosu nötrleyecek bir yanı elbette olabilir. Ancak biraz önce vurguladığımız gibi affettiğimiz için kendimizi affedebileceğimiz hususlarda olmalı. Uzun sözün kısası, ben seni affederim affetmesine de toplum buna hazır değil…