Afganistan'daki 20 yıllık uzun yolculuğun sonu, Vietnam yenilgisinin ABD siyaseti ve kültürü üzerindeki uzun vadeli etkisine benzeyebilir mi? Saygon fotoğraflarında olduğu gibi havaalanı sahnesini ABD başarısızlığının bir portresi olarak görmemek imkânsız. Afgan-Irak Sendromu'nu yaşıyoruz.

Afganistan, Vietnam ve Amerikan gücünün limiti

Clay RIsen

Amerika'nın 1975'te Güney Vietnam'dan yaptığı çaresiz tahliyeyi göremeyenler görüntüyü kafasında canlandırabilir: Bir apartmanın tepesine inmiş bir helikopter, tahliye edilenlerle dolu. Bu ülkenin yenilgisi için görsel bir anıt ve gelecek olan siyasi ve kültürel hesaplaşmanın bir işareti.

Bu sahne, pazartesi günü Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı'nda çaresiz Afganların bir nakliye uçağının yanında koştuğu görüntülerle karşılaştırılmaya başlandı bile. Afganların birkaçı uçağa tutundu, havalandıktan hemen sonra düşerek can verdiler.

Saygon'dan gelen fotoğraflarda olduğu gibi, havaalanı sahnesini Amerikan başarısızlığının bir portresi olarak görmemek imkânsız. Karşılaştırma aynı zamanda bir soruyu da gündeme getiriyor: Ülkenin Afganistan'daki 20 yıllık yolculuğunun sonu, Vietnam'ın ABD siyaseti ve kültürü üzerindeki uzun vadeli etkisine benzeyebilir mi?

VİETNAM İLE BENZERLİKLER

Bu soruyu araştırmak için, 1970'ler ve Vietnam Savaşı'nın sonu hakkında yazan birkaç tarihçiye ulaştım. Tarihsel paralellikler çizmek yanlış olsa da alınması gereken dersler olduğu konusunda hemfikirler.

Vanderbilt Üniversitesi'nde tarihçi olan ve "Hayatta Kalmak: 1970'ler ve İşçi Sınıfının Son Günleri" kitabının yazarı Prof. Jefferson Cowie, Vietnam Savaşı'nın bir sonucunun, 1970'lerde ülke siyaseti ve kültüründe önemli bir tema olan Amerikan gücünün sınırlarının tanınması olduğunu söyledi. Cowie, "1970'ler ABD'sinde dış politika, enerji, büyüme ve ülkenin dünyadaki pozisyonu gibi her türlü konu üzerinde bir tartışma vardı" dedi. Tabi bu tartışmanın kendi siyasi sonuçları da oldu ve on yılın sonunda Cumhuriyetçi Parti'nin etkisiyle Amerikan gücüne olan inancın tazelenmesi sağlandı diye ekledi. Prof. Cowie, "Ulusal tartışma, Ronald Reagan'ın 'kendimizi küçük hayallerle sınırlandıramayacak kadar büyük bir ulus olduğumuzu' ilan etmesiyle sona erdi" dedi. "Artık 19. yüzyılda olduğu gibi, Amerikan gücünün ekonomik veya coğrafi sınırları yoktu." Amerika'nın önümüzdeki yıllarda da benzeyen sağa doğru bir eğilim görüp görmeyeceği sorusunu açık bıraktı, ancak bir Ron DeSantis'in veya Josh Hawley'nin amerikan büyüklüğünü yeniden tesis etme vaadiyle başkanlık kampanyası yürüttüğünü hayal etmek zor değil.

HESAPLAŞMA VAKTİ

Emory Üniversitesi'nde hukuk profesörü ve "Savaş Zamanı: Bir Fikir, Tarihi, Sonuçları" kitabının yazarı Mary L. Dudziak, herhangi bir hesaplaşma girişiminin kısa ömürlü olacağı ve uzun vadede Amerika'nın güç iddiasında daha da az kısıtlanabileceği konusuna değindi. "Bir benzerliğin, ABD siyasi kültürünün daha sağlam bir askeri itidal siyasetini baltalama şekliyle başa çıkmada başarısız olacağını ve bunun kongre içindeki olası savaşa giriş ısrarlarını frenleyebilecek muhalefeti engelleyebileceğini" söyledi. Başkanın savaş yetkilerini sınırlama konusunda sürekli ve incelikli bir tartışmanın gerektiğini ve Afganistan’ı kimin kaybettiği tartışmasının durumu çıkmaza sokacağını sözlerine ekledi.

Prof. Dudziak, "Sorunlu siyasi ortamımızda, Cumhuriyetçiler bu durumu Başkan Biden'ı zorlamak için kullanacaklardır ve partizanlık, şu anda şiddetle ihtiyaç duyulan Amerikan savaş siyasetinin daha derin bir şekilde yeniden incelenmesini engelleyebilir" dedi.

Peki ya daha geniş kültürel etkileri?

Baylor Üniversitesi'nde dini tarih bilgini ve "Kâbusların On Yılı: Altmışlı Yılların Sonu ve Seksenler Amerika'sının Oluşumu" kitabının yazarı Philip Jenkins, o zaman ve şimdi arasında bir benzerlik gördüğünü söyledi. "Hükümet karşıtı komplo teorileri 1960'ların sonundan itibaren gelişti ve 1970'lerin ortalarında tüm suikast teorileriyle inanılmaz boyutlara ulaştı." Jenkins, Vietnam'ın yaptığının "bu fikirleri alıp kesin olarak hükümet ve liberalizm karşıtı yönlere dönüştürmek olduğunu" da sözlerine ekledi.

1970'lerde kamu kurumlarına olan inancın çöküşü sadece Vietnam ile ilgili değildi. Watergate, çevresel krizler ve “boomer” neslinin büyükleri için sahip olduğu genel şüphecilik gibi faktörler de vardı. Bu etkilerin yaşanmasının sebebi sadece Vietnam Savaşı’nın milyonlarca insanı etkilemesi değil Amerikan hükümetinin sözde en iyi yaptığı şey olan savaş kazanmayı ilk kez başaramamasıdır.

VİETNAM İLK YENİLGİYDİ

Bugün, elbette, Prof. Jenkins'in yenilginin etkisini yumuşatabileceğini söylediği bir gerçekliğe çok daha uzağız.

"Vietnam kısmen farklıydı, bu ilk ABD yenilgisi olduğu için, o zamanlar insanların alışık olduğu bir şey değildi" dedi. "Amerikalı gözlemciler bu sefer de buna yakın bir şeyin olacağını bekliyorlar."

Elbette Biden yönetimi Profesör Jenkins'in haklı olduğunu umuyor. Dışişleri Bakanı Antony Blinken hafta sonu yaptığı açıklamada, "Bu durum Saygon ile aynı değil" dedi. Çok sayıda tarihçi buna katıldı.

Cowie, "Afganların, ABD askerlerinin gece yola çıkmasıyla ülkelerinden ayrılmayı umduklarını görmek, Saygon'un düşüşünden kaçmaya çalışan kişileri andırıyor" dedi. Vietnam siyasetten, muhalefete, popüler kültürden, seçimlere her şeyi etkilerken Afganistan'da veya Irak'ta neler olduğunu çok az kişi umursadı." "Saygon’un düşüşünden sonra mülteciler ve Vietnam-Amerika ilişkileri, 1975-2000" kitabının yazarı Virginia Üniversitesinden Amanda C. Demmer, bu umursamazlığın iki faktörden kaynaklandığını söyledi.

Birincisi: ABD Vietnam Savaşı'nı milyonlarca askerle verirken Afganistan'daki savaş çok az sayıdaki “gönüllüler” tarafından yapıldı. Bunun tek anlamı daha az sivilin savaşı görmüş kişilerden etkilenmesi değil aynı zamanda gönüllülük sistemi nedeniyle askerlerin bölgeye gitmesi zorunlu olmadığı için savaşın ahlaki yapısı da oldukça farklı. Çünkü bu kez kimse savaşmaya zorlanmadı.

Profesör Demmer ikinci bir nokta daha ekledi: Afganistan hakkında bildiklerimiz ve bunu nasıl bildiğimiz, Vietnam deneyiminden çok farklı. "Vatandaşlar, haberlerini nereden aldıklarına bakılmaksızın Vietnam Savaşı'nı aynı kapsamda değerlendirdiler" diyen Demmer, "Afganistan'a olan ilgilerini koruyanlar görüşlerini desteklemek için farklı tasvirler seçebildiler" dedi.

FELAKETİN BIRAKACAĞI İZ

Başka bir deyişle, 50 yıl önce medyanın tekdüzeliği ulusal bir hesaplaşmaya neden oldu. Afganistan'ın etrafında tutarlı bir anlatının olmaması, böyle bir hesaplaşmayı çok daha az olası kılmaktadır. Ama bu gerçekleşen felaketin iz bırakmayacağı anlamına gelmez.

"Baretlerin İsyanı: Nixon, New York Şehri ve Beyaz İşçi Sınıfının Doğuşu" adlı kitabın yazarı David Paul Kuhn, Irak ve Afganistan'da on yıllardır süren savaştan sonra halkın çoktan içe döndüğünü ve Kabil'deki durumun Amerikalıların her zamankinden daha büyük partizanlık ve düşmanlıkla ayrılıkçılığını pekiştireceğini beklediğini söyledi.

"Amerika tarihinin en uzun savaşından geri çekilirken iç ayrılıklar tarafından tüketilen bir ulus ve bu geri çekilmeyle dünya sahnesindeki ayak izi küçülebilir" dedi. Böylece, eski Vietnam Sendromu'nun yankılarını taşıyan Afgan-Irak Sendromu'nu yaşıyoruz.

Belki de o zaman ve şimdi arasındaki en gerçek paralellik daha genel bir noktadır yani, askeri başarısızlıkların bir toplumda ve siyasetinde yanlış olan her şeyi aydınlatma alışkanlığı olduğu. 1970'ler, Amerikan üstünlüğü efsanesi üzerine inşa edilmiş bir çağın sonuydu. Tıpkı Güneydoğu Asya'daki askeri kriz gibi evde yaşanan kentsel ve ekolojik krizler, ne kadar para ya da siyasi irade harcanmış olursa olsun çözülemedi. Aynı şey bugün de geçerli. Kuhn'un da belirttiği gibi, savaşın temel eşitsizliği az sayıda topluluktan alınan az sayıda asker modern Amerikan yaşamının korkunç eşitsizliklerini yansıtıyor.

“11 Eylül savaşları, bu döneme daha uygun bir tarif olan kendi sınıf savaşını yansıtıyor olabilir: ön cephedekilerimizle yan cehpedekiler arasındaki ayrım,” diye belirtti. “Amerikan bakış açısıyla bakarsak, bu savaşın en çok mağdur olanları, küçük asker sınıfı. Bu pandemiden orantısız bir şekilde etkilenenler, ‘esas işçilerimiz’dir. Tarihsel servet ve kültür uçurumları arasında, bu bir zamanların ikonik meritokrasisi, çekilecek acı açısından giderek artan bir şekilde küçük bir işçi sınıfına mı bağımlı bir hale geliyor? Bir ‘gözden çıkarılabilirler’ toplumu haline mi geldik?"

New York Times’tan çeviren Umut Deniz AYDIN