Türkiye’de 5 yıldır çobanlık yaparak başlık parasını toplayan ve bayram sonu Ankara’da bir düğün yaparak Afganistan’a dönme planları yapan İsa’nın artık dönebileceğini sanmıyorum.

Amerikalıların çekilişi ve Taliban’ın ülkenin neredeyse yüzde 90’ının kontrolüne giden ilerleyişi, dönmeyi planlayan buradaki Afganları vaz geçirmekle kalmadı, yeni bir Afgan göçünü de tetikledi.

“Bir Afgan’ı asla satın alamazsın, ancak kiralayabilirsin!” diyen Afgan özdeyişi, kabileler arası ittifaklar değiştikçe bu acılı ülkedeki iktidarların da değiştiğini anlatır. Şimdi Taliban’ın ağırlıkta olacağı bir iktidar gelmekteyken, onun da nasıl oluşacağı ve ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor.

Tek belli olan, “istikrar” denilen şeyin uzun süre Afganistan’dan uzak duracağı ve inişli çıkışlı bir süreç halinde daha yıllarca “Afgan göçmenler/mülteciler” olgusuyla yaşayacağımız.

Ve şimdi de Afganlar, neler yaşadıkları, neden ve hangi koşullarda ölümü göze alıp dağları aşarak buralara geldikleri görmezden gelinerek bir siyasal kavganın öznesine dönüşecekler.

Bu ay başından itibaren, gerek medyada yazılan haberlerle gerekse de sosyal medya üzerinden yayılan videolarla günde yaklaşık 500 Afgan’ın İran sınırından Türkiye’ye girmekte oldukları yayılmaya başladı. Günde 500 müdür bilemem, ama Afganistan’dan kaçışlarda ve buraya gelişlerde bir artış olduğu kesin.

Sosyal medyada Afganların büyük gruplar halinde Türkiye sınırından içeriye koştuklarını gösteren videoların bazılarının aslında Türkiye sınırında çekilmediği de kanıtlandı ama bunun pek önemi yok. Afganların akın akın Türkiye’ye girmekte oldukları algısı yerleşti bir kere.

Kılıçdaroğlu bu “Afgan seli”ni ülkemiz için “gerçek beka sorunu” olarak tanımladı. “Meseleyi ırkçılığa indirgemek asla kabul edilemez” diye vurgulasa da, şimdiden Afganlar üzerinden bir yabancı düşmanlığı yükselmeye başladı bile.

Muhalefet, göçmenlere/mültecilere dönük toplumsal tepkiyi Erdoğan’a ve AKP’ye karşı mücadelede yaslanacağı bir destek olarak görürken, iktidar da bunu kendi dış desteğini, özellikle AB desteğini, pekiştirmenin yeni aracı olarak görüyor.

Bir yandan işgücüne ihtiyacı olduğu için göçmen arayan, öte yandan da genç ve eğitimli olanları kabul ederek “seçmece göçmen” peşinde olan Avrupa’nın iki yüzlülüğü ortada. Kılıçdaroğlu’nun “kirli pazarlık” dediği, ikinci göç dalgasını kendinden uzak tutma karşılığı Avrupa’nın “ikinci rüşvet paketi” hazırladığı saptaması yanlış değil. İktidar ve AB, ilişkilerini bir göçmen tahterevallisi üzerine oturttular. Kurulan denge insan hakları ve demokrasi gibi konuları epey geriye itti.

Kış bastırıp da Pakistan-İran hattında aşılacak dağlar ölümcül olana kadar ne Afganların sınırlarımıza yüklenmesi hız kesecek ne de Afganlar tartışması.

Afganlar, Avusturya Başbakanı S. Kurz’un dediği gibi, Batılılar için AB’ye girişi engellenmesi ve Türkiye’de tutulması gereken bir topluluk, iktidar için AB desteğine dönük pazarlık konusu, muhalefet içinse iktidara karşı kullanılabilecek bir koz olarak önümüzdeki aylar boyunca hep gündemde olacak.

Bu süreçte etik bir habercilik için medyanın da yapması gerekenler var: “Yasadışı” sözcüğünü göçmenlere bir sıfat olarak takmamak; olup bitenlerden (düşük ücret, yetersiz kamu hizmeti, işsizlik ve konut açığı, vb.) göçmenleri sorumlu tutarak hedef haline getirmemek; göçmenlerin de sesini duyurmak; manşetlerde sorumlu olmak; göçmenleri ucuz emek olarak çeken endüstrilere dikkat çekmek ve en önemlisi bu insanların yerlerinden edilişinin kökenine dair bir farkındalık oluşturmak.

Medyası, iktidarı ve muhalefetiyle bir Afganlar sınavının eşiğindeyiz!