Pazar günü NTV ekranı ikiye bölmüş, iki canlı yayın birden yapıyor. Ekranın solunda Afrin’deki bombardıman var, sağ tarafta Erdoğan partisinin il kongrelerinden birinde konuşuyor, ekranın altında ise “ Son dakika: Buseyra Dağı düştü” yazıyor. Diğer kanalların da pek bir farkı yok, çünkü aslında tek bir kanal var, logolar, spikerler, muhabirler değişse de tek bir kanal var, hepsi aynı yayını yapıyor, hepsi aynı şeyi söylüyor.

İçinden geçtiğimiz günleri bu ikiye bölünmüş ekran manzarası kadar anlatan çok az şey vardır. Basiretsiz ve korkak ana muhalefet partisi yönetiminin olan bitene dair söyleyebildiği tek şeyin, iktidara yalvarırcasına “Bu operasyonu iç siyasete malzeme etmeyin” olduğu günlerde, bu operasyonun her şeyden önce iç siyaset için yapıldığını bir kez daha görebiliyoruz. Erdoğan partisinin kongrelerini birer miting meydanına çeviriyor, operasyonla eş zamanlı mitingler düzenliyor, halka cepheden gelen haberleri anlık olarak aktarıyor, kitleleri savaş söyleminden büyülenmiş bir şekilde adım adım seçim atmosferine hazırlıyor.

Bunu yaparken ise yönetici kadrolarının korkaklığı ve basiretsizliği nedeniyle aslında çoktan kendi arkasında hizaya geçen, topluma giydirilen “yerlilik ve millilik” adlı deli gömleğine itiraz etmediği için siyasetsizlik bataklığında çırpınan ve “Bir iktidar için bundan daha iyi bir muhalefet partisi mi olur” dedirten CHP’yi tam da bu siyasetsizlikten aldığı güçle bir kez daha “terör çuvalı”nın içine atıyor, bir kez daha pataklıyor, bir kez daha madara ediyor.

Demek ki “biz de yerliyiz, biz de milliyiz” çırpınışları bir işe yaramıyor. Dost-düşman ikiliği, toplumsal kutuplaşma üzerine kurulan siyaset anlayışı ve süreklileşmiş olağanüstü hal, sürekli düşmana ihtiyaç duyduğundan, olağanüstü hale uygun bir olağanüstü muhalefet yapmaktan ısrarla ve özenle kaçınan CHP, ülke bir de seçim konjonktürüne girmişken, iktidar için zevkle yumruklanan bir kum torbası olmaktan öteye gidemiyor.

Ülkenin seçime nasıl götürüleceği ise artık kolaylıkla görülebiliyor. Barış Atay’ın “Sadece Diktatör” adlı tiyatro oyununun engellenmesi, oyuncuyla yapılacak her türlü etkinliğin yasaklanması ve son olarak da sosyal medya hesabının bir süreliğine askıya alınması, zamanın ruhunu muazzam bir şekilde sembolize ediyor. Aynı şekilde dün, Türk Tabipleri Birliği’ne yapılan baskın ve gözaltılar, toplumsal muhalefete yönelik baskının nasıl artırılacağını, ülkenin mutlak bir sessizlikle seçime götürülmek istendiğini açık bir şekilde gösteriyor.

Savaş aracılığıyla girilen seçim atmosferi, iktidar partisi ile MHP ve BBP arasındaki yerli ve milli koalisyonun zeminini güçlendirmeye ve bu birlikteliğin ideolojik altyapısını tahkim etmeye de hizmet ediyor. Fetih, ezan, Kuran, vatan, millet ve dahi Sakarya edebiyatı açısından, hamasetin hâkimiyetinin tesisi açısından savaş Türk sağına eşsiz bir fırsat sunuyor. Böylece İslamcılıkla milliyetçilik “ortak düşman”a karşı bir kez daha bir araya gelirken, örneğin ordu da yeniden millileşiyor, yeniden milletin ordusu haline geliyor. Buna bir de “yerli silah sanayi” mevzu eklenince tablo tamamlanıyor. “Fetih suresi” ile “Kızılelma”, yeni-Osmanlı’nın cihat için çıktığı seferde birleşiyor, yeni Milliyetçi Cephe ve yeni Türk-İslam sentezi buradan kuruluyor.

Tablo hiç şüphesiz ki karanlık ve umut verici olmaktan uzak görünüyor. Ancak öte yandan farkında olunması gereken birtakım gerçekler de var. Tüm bu yaşananlar iktidarın doğal sınırlarına vardığının farkında olması ve bu farkındalıkla davranmasıyla ilgili. Yani bir yanda ekonomide artık yolun sonuna gelinmesi, çarkların dönmesinin giderek zorlaşması, geçim sıkıntısının derinleşmesi, henüz yüksek sesle dile gelmese de toplumdaki homurdanmanın artması var. Kendini yakan işçiler bunun en somut göstergesi. Öte yanda ise dış politikada yeniden devreye giren emperyal fantezilerin yaratabileceği, tetikleyebileceği krizler söz konusu. Afrin ve sonrasında yaşanacaklar, ABD, Rusya, Batı, İran ve Suriye’yle ilişkiler, hepsi potansiyel olarak krizlere gebe ve bu sürecin öyle kolay sürdürülemeyeceğini gösteriyor.

Dolayısıyla savaş siyaseti güçten değil güçsüzlükten kaynaklı olarak karşımızda duruyor ve doğal sınırlarına dayanan, siyaseten gerileme dönemine giren iktidarın, ömrünü uzatmak için can havliyle giriştiği hamleleri andırıyor. Günü kurtarmanın, uzun vadeli düşünememenin ve reflekslerle hareket etmenin giderek daha belirgin bir davranış biçimine dönüştüğünü görebiliyoruz hep birlikte.

Bir yandan karanlık koyulaşırken ama öte yandan nesnel koşullar iktidarın potansiyel krizine işaret ediyorken, bu ikisini birden gözeten, bir yandan umutsuzluk iklimini dağıtacak, öte yandan ise krizin yaratacağı zeminlere doğru müdahalelerde bulunabilecek bir siyasete ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın peşine düşmemiz, bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor.