Bu sabah uyanmadım, gözlerimi açsam da gördüğüm rüyadan ayrılmadım. Rüyamda okyanus kenarındaki bir kulübedeydim. O kulübeyi çok sık ziyaret eder olmuştum son zamanlarda. Bu defa o da yanımdaydı, üstümüz başımız okyanus kokuyordu. Keman çalmayı öğretmişti bana, rüyada böyle şeyler çabuk öğreniliyor. Ama nedense çaldığım kemanın melodisi hep aynıydı, başka bir şey çalmak için ne kadar uğraşırsam uğraşayım, aynı melodi çıkıyordu. Çaldıkça melodiyi sevmiştim, hayatım boyunca sadece o melodiyi çalabilirdim. İçinde hüzün de olan neşeli bir melodiydi. Zamanın durduğunu hissediyordum o melodiyi dinlerken. Zamanın da durmaya, durdurulmaya ihtiyacı var.

Sonra bir an kemanı elimden bırakınca yaşadığım şeyin bir rüya olduğunu fark ettim, gerçekte ne bu kulübe vardı, ne de keman çalabiliyordum. Pencereden gördüğüm okyanus, bir seraptı. Pencerenin önünde duruyordu ve güneş saçlarından süzülerek giriyordu içeriye. “Peki ben rüya mıyım?” diye sordu. Ne diyebilirdim ki? Sonra “Peki sen?..” dedi. Yüzünde yavaş yavaş bir gülümseme belirdiğinde uyanmıştım, şehirlerarası bir otobüste başım cama dayalıydı ve doğan güneşe bakarken gülümsüyordum.
Otobüs, yar kenarındaki bir mola yerinde durdu. Hava mis gibi bahar kokuyordu, devasa ağaçlar sarmıştı her yanı. Çantamı alıp ağaç altındaki masalardan birisine oturdum. Masanın üzerine yatıp uykuma kaldığım yerden devam etmek istiyordum, kuş cıvıltıları eşliğinde.

Defterimi çıkarıp yazmaya koyulduğumda otobüs hareket etmek için hazırlanmıştı. Muavin koşarak yanıma geldi, yazmak için burası iyiydi, “Ben gelmiyorum” dedim, “size iyi yolculuklar…” Muavin şaşırdı, dalga geçtiğimi düşündü, ısrar etti. Onu duyamayacak kadar rüyamdaki melodiye dalmıştım.

Mola yerindeki kafede Ahmet Kaya şarkısı çalıyordu, “Haksızlık etmeden doğan güneşe…” Haksızlık üzerine düşünürken Italo Calvino’nun yaptığı bir özeleştiri geldi aklıma, ilk dönem yazdığı öykülerde ahlakçı olduğundan bahsediyordu. Zulüm dönemlerinde daha çok ahlaksal öyküler yazılırdı, karamsar bir kuşkuculuk hâkim olurdu kaleme. “Ama yazar olumlu bir görüşe sahip olduğunda ve düşünceleri açıklığa kavuştuğunda, simgelerin ve düşünsel geçişlerin amacı sona erer ve ahlaksal öykü ölür” diyordu. Bugüne kadar ben de yazılarımda ahlaksal meselelere ağırlık vermiştim, zulüm dönemindeydik, kendimi bildim bileli zulüm dönemindeydik ve bu zulüm kolay kolay sona ermeyecekti.

Calvino, bir tercihten de bahsediyordu: “Politika benim için çok önemli, yazının en önemli besin kaynağı. Yazında tutku ve içgüdü büyük bir rol oynasa da, çocukluğumdan beri içimde taşıdığım öfke ve nefretler nedeniyle, ilk olarak bugüne kadar yaptığım gibi bu çocuksu ve acımasız anlatıma yöneldim: Askerlere ya da polislere karşı yüzlerce öykü yazmak geliyor içimden, aynı şekilde yüzlerce yengeç ve tavşan öyküsü de yazabilirim. Ama bu bir küçük burjuvanın içini dökmesi olarak düşünülebilir, üstelik sözünü ettiğim dar alandan çıkmamı sağlamaz.” Calvino, yaşadığı sorunun çözümünü, bu iki şeyi aynı anda gerçekleştirmekte bulmuştu. Takvim yapraklarının, katliam tutanakları gibi okunduğu bu ülkede, çocukluğumdan beri içimde taşıdığım öfkeden vazgeçmem mümkün değildi. Bu topraklarda yaşayanlar, etten kemikten değil, gerçek ve simgesel yaralardan yapılmıştı. Bu yüzden kırılgandı kimlikler, hassas… Paul Ricouer, “Hafıza, Tarih, Unutuş”ta, bu kırılganlığın toplumlara kurucu şiddetten kalan lanetli bir miras olduğundan bahsediyordu.

Aşk acısı bile o mirasa dahildi, bütün yaşanmamışlıklarıyla, hüznüyle… Sabahattin Ali, “Kürk Mantolu Madonna”da yazar ya, sevebileceği zaman sevemeyip sonradan kaybedilen fırsatlar için üzülmeye aşk denildiğini. Julian Barnes, “Aşk Vesaire” adlı romanında, “Aşkı mahveden şey iğrençliktir. Ve yasalar, mal mülk, parasal kaygılar ve polis devleti­dir. Eğer koşullar farklı olsa, aşk da farklı olurdu” diye yazmıştı.

Defterimi bir kenara çekip masanın üzerine yattım, ceviz ağacının serinliğinde. Gözlerimi kapatır kapatmaz kulübeden içeriye girmem zor olmamıştı. Okyanus kabarmıştı, dalgaların sesi dışarıdan duyuluyordu. Pencerenin önünde kitap okuyordu, beni görünce gülümseyerek yerinden kalktı, “Döneceğini biliyordum” dedi. Tam ona yönelmiştim ki, içeriye mola yerindeki çaycı çocuk girdi, “Abi, ceviz ağacının altında uyunmayacağını bilmiyor musun? Hasta olursun valla” dedi. Dalga seslerine kahkahalarımız karışmıştı. Çok uykum vardı, uyudum…