Köyler sarıldığında, sonbaharın ilk ayının son günleriydi. Ağaç yaprakları ha düştü düşecek, kocaman köpekler sessizce bir köşeye sinmiş, hayatlarında sanki hiç havlamamış gibi duruyorlardı. Axır hayvanları dışarı çıkmak istemiyor, kuzular melemeyi kesmişti. Sabah kuşları dallara konmamış, çok yüksekte dönüyorlar, merakla aşağıda olacakları izliyordu.

Haylaz çocuklar evlere kapanmış, çaresiz kedilerle sessizce oyuna dalmışlardı. 1994 yılının son ayları dönüyordu.

Bu defa asker dışardan gelmişti; giyimlerinden konuşmalarına, izledikleri yöntemlerden hal ve hareketlerine, sanki başka bir şeyin habercisiydiler. Bölgeyi masabaşında serdikleri büyük askeri haritalardan biliyor, vadileri, dağbaşlarını, mağaraları, geçitleri, ara yolları, çeşmeleri, dereleri, şelaleleri, tuzakları bilen, kılavuzluk edecek gönülsüz erkekler arıyorlardı. Daha doğrusu aramıyor, gözlerine kestirdikleri erkeklere birer işaret veriyor, önlerine düşmelerini emrediyorlardı.

4 Ekim 1994 günü Bolu Tugayı’na bağlı, tertemiz üniformalı gencecik askerler, Hozat Samoşi’deki tek katlı bir taş evin kapısından -adeta kendi evlerine girer gibi-, girdiler. İki gözden ibaret, yoksul evi didik didik aradılar, ama sanki pek de bir şey aramıyorlardı. Evden eli boş çıktıklarında, yanlarında ev sahibi Hasan Çiçek’leydiler. Adamın elleri bağlı değildi, gözlerinde bir şal da yoktu, suçlu gibi de yürümüyor, sanki eski arkadaşlarıyla dışarıda hava almaya ya da sigara içmeye çıkmıştı. Başında şapkası, rahat ve geniş yürüyen adam, kapıya çıkan gözü yaşlı hane halkına -gülerek- “Suçum yok, sonra beni bırakırlar” diyordu. Askerler, yanlarında amcaları gibi yürüyen elli yedi yaşında adam, istikametleri ne ilçe jandarma binası, ne karakol, ne de adliye, hep -basın bültenlerinden-, ölüm haberlerinden duyulan Aliboğazı’ydı.


O kara günlerde, Ahmet Akbaş, Mehmet Ağgül, Nazım Gülmez, İbrahim Gencero, Müslüm Aydın da aynı askerler tarafından yol göstermeye dağlara götürüldüler. Mehmet Ağgül, bir köyden başka bir köye giderken askerlere rastlamış, tesadüfen gitmişti. Nazım Gülmez çok yaşlıydı, yol yürüyemeyecek haldeydi. Mirik’te Işık ve Serin ailelerinden yedi kişinin ise yol göstermeye götürülmediğini biliyoruz.

Savcılar her zaman olduğu gibi topu birbirine attı, Bolu Tugayı’nı soruşturmaya bir türlü cesaret edemediler belki de bunu hiç istemediler. Eşler, çocuklar, kardeşler, çevre köyler, götürülüşlerini gören diğer canlılar, başta kuşlar, ‘94’ten sonra doğan torunlar, yaşayan komşular, uzaktaki akrabalar, yıllardır umutsuz bir haber bekliyorlar. Götürenler içinden ne bir itiraf, ne de başka bir ülkede çokça gördüğümüz, okuduğumuz yürekli tek bir vicdan muhasebesi, onlardan tam 24 yıldır bir iz yok.

Samoşi’den bir geceyarısı, belki ekmek ve sıcak yemek yerde sofra üstünde, belki çocuklar yataklarında uykuda, belki de ocak başında demli çay içilip, derin bir sohbetteyken, gecikmiş bir buluşmaya yetişir gibi giden ama sanki sır olup evliyalara karışan adamın cesaretli karısı Zeynep, savcılara, karakola, adliyeye, havada uçan kuşa sordu, soruşturdu, günlerce yürüdü, etrafı kuşatılmış köyleri, vadileri, tepeleri aştı, Aliboğazı’na vurdu, dilsiz karıncalarla da konuştu, sonunda tam kırk gün sonra, Hasan Çiçek’ten bir iz bulabildi. Öyle uzakta, Aliboğazı’nda değil, köyün hemen üstündeki bir sessiz ağaçlıkta, yaşlı bir meşe ağacının dallarında tanıdık bir gömleğin is içinde parçaları, yerde bir piyade tüfeğine ait boş kovanlar, iki asker yağmurluğu ve yanmış bir insan iskeleti duruyordu. Zeynep, eşinin başına gelen felaketi, dalda asılı gömleğin kol düğmelerinden hemen anladı.

Tansu Çiller, 25 Haziran 1993’te Başbakan oldu, 8 gün sonra Sivas Katliamı, 4 gün sonra ise Başbağlar gerçekleşti. 22 Ekim ‘93’te Diyarbakır Jandarma Komutanı Bahtiyar Aydın öldürüldü, kısa sürede JİTEM’in öldürdüğü ortaya çıktı. 4 Eylül ‘93’te DEP Milletvekili Sincar, Batman’da öldürüldü. 4 Kasım’da Başbakan, elimizde PKK’ya yardım eden işadamlarının listesi var, dedi. 1994 başında Behçet Cantürk ve Savaş Buldan dahil onlarca insan öldürüldü. 26 Mart 1994’te Şırnak köyleri yakıldı, bombalandı, 38 kişi birden öldü. Çiller, “Uçaklar Genelkurmay’a ait değil” dedi. 2 Mart 1994’te DEP milletvekilleri TBMM kapısından yaka paça gözaltına alındılar, evlerine döndüklerinde 10 yıl geçmişti. Ekim ayında, Hasan Çiçek, Ahmet Akbaş, Mehmet Ağgül, Nazım Gülmez, İbrahim Gencero, Müslüm Aydın ve Mirik’ten Işık ve Serin hanesi, askerlerce gözaltında kaybedildiler. Ağar’ın, Bin Operasyon adını verdiği karanlık saatlerde işlenen cinayetlerde üniversite öğrencilerinden kumarhaneler kralı Topal’a kadar yüzlerce insan yaşamını kaybetti.

Tam 24 yıl sonra, başka bir kötülük döneminin sonuna tam da vardığımızı düşünürken, birazcık umutlanırken, önce Mehmet Ağar seçimlere giren genç oğlu için endam etti. Ve sonra hiç kimselerin özlemediği ve davet de etmediği halde birdenbire sahne alan, buruşmuş yüzüyle eski Başbakan Çiller, “O zaman gençtik, idealisttik, yaptığımız her şey doğruydu diyemem” deyiverdi.

Onun “idealleri”ni savunduğu o korkunç yıllardan bu yana, çeyrek asır bir zaman aktı, ol felaket zamanlarda akan kan hiç durmadı, her tarafa aktı, yayıldı, herkese bulaştı, peşimizi bir türlü bırakmadı. Bir hazan mevsiminde, ulu bir meşe ağacının dalına asılı kalmış, yanmış bir kadife gömleğin iki isli kol düğmesi şahittir.