Renee Rus edebiyatı ve Japon sineması tutkunu entelektüel bir kadın. Fakat entelektüel bir kişi olduğunu insanlardan gizlemeyi tercih ediyor. Kitabın adı gibi sanki bir kirpi zarafetiyle kendisiyle insanlar arasına belli bir mesafe koyuyor.

Ağaçları sevme yeteneğinde çok fazla insanlık vardır*

ŞAFAK BABA PALA

Son zamanlarda yaşadığımız kayıplar yüzünden bir türlü normal hayatımıza dönemiyoruz ne yazık ki! Bir yakınımızı, bir dostumuzu kaybetmiş gibiyiz. Biz ormanımızı kaybettik, biz toprağımızı kaybettik, biz suyumuzu kaybettik, biz sevdiklerimizi kaybettik ve işin garibi daha kaybedecek bir şeyimiz kaldı mı, bunu bile bilmiyoruz. Son günlerdeki duygu durumumuzu söze dökmekte de zorlanıyoruz. Öfkeliyiz, umutsuzuz, kötüyüz. Evet durumumuzu söze dökmekte zorlanıyoruz ancak konuştuğum birçok kişi sözleşmiş gibi aynı cümleleri kuruyor. “Ülke olarak zincirlerinden boşanmış, frenleri patlamış bir halde yol alıyoruz. Nereye çarpacağımız da belli değil.”

Bu ülkede o kadar büyük kayıplar yaşandı ki... Her gün, her an hayatımız parçalanmakta. Memleketimiz yağmalanıyor dört bir köşesinden. Her an yeni bir felaketle karşı karşıya kalıyoruz. Tarifi imkânsız acılar yaşanıyor bu coğrafyada. Mayın tarlaları, mayına basan çocuklar, kadınlar. Güneydoğuda yaşanan kayıplar. Canlı bombalar, canlı bombalarla onlarca sivilin katledilmesi. Katliamlar, katliamlar… Her olayda karşımıza çıkan yönetsel zafiyetler. Yanlışlıklar, hırsızlar, hırsızlıklar ve bütün bunların yok sayılması. Adaletin işlememesi. Öldürülen kadınlar, okutulmayan kız çocukları. Doğru düzgün eğitim alamayan çocuklar, gençler. Zaten büyük bir eşitsizliğin hâkim olduğu ülkede pandemi sebebiyle iyice derinleşen eşitsizlikler, eşitsizlikler…

Ben paragraflar ve hatta sayfalarca bu ülkenin kaotik durumunu anlatabilirim sizlere. Ancak yazımın konusu bu değil. Söze dökmek istediğim ne, açıkçası tam olarak tarif edemiyorum ama tek bir sözcükle söze başlamam gerekirse yalnızca, ağaç, derim sizlere.

Ağaç. Bütün bu kaosu bir tarafa bırakın ve düşünün. Geçmişinize gidin ve yalnızca bir ağacı düşünün. Sizin ağacınızı. Belki de size, bu dünyanın bir parçası olduğunuzu anlatır bu ağaç. Dünyada tek bir insan bile yoktur ki; geçmişinde ağaçla ilgili bir anısı olmasın ya da ağaçla ilgili bir metaforu düşünmüş olmasın. Çok garip bir gerçeklik bu bence. Peki, yaşamımızda bunca yer kaplayan ağaç kavramıyla ilgili, neler düşünüyoruz? Ağaç dikmenin önemi, ağaçların oksijen üretmesi gibi genel bilgilerden söz etmiyorum. Benim de kişisel tarihimde, içinde ağaç geçen, orman geçen birçok anım var. Sırtını yasladığın koca çınar derler ya baba için. Tam da bu söyleme benzer sırtımızı yasladığımız o gizemli ağaçlar, bize kollarını açan ana kucağı olan ağaçlar, bütün bunlar büyük bir gerçeklik hepimiz için. Türkiye’nin hatta dünya coğrafyasının birçok yerinde birçok ağaca, ormana aidiyetimiz var. O yüzden de son yangınlarda daha da çok dağıldık hepimiz. İçimizdeki ormanlar da yandı bu yangınlarda çünkü.

Bildiğiniz gibi edebiyat dünyasında birçok yazar da metinlerinde ağaç metaforunu kullanmıştır. Muriel Barbery’nin Kirpinin Zarafeti romanında da ağaçla ilgili metinler bulunmakta. Yaşadığımız son dönemi daha iyi anlamak için edebiyatın gücüne de gereksinimimiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü biliyorum ki sanat ve özelinde edebiyat bizim yaşadıklarımızı anlamlandırır, yalınlaştırır, kaosu söze döker ve içine düştüğümüz durumları daha doğru algılamamızı sağlar.

Kirpinin Zarafeti iki ayrı karakterin anlatımıyla oluşmuş. Paris’te lüks bir apartmanın kapıcısı olan Renee Michel’in ağzından yazılmış olan bölümler ve Renee’nin çalıştığı apartmanda ailesiyle birlikte yaşayan, on iki yaşında bir kız olan Paloma’nın günlüklerini okuduğumuz bölümler. Bu farklı anlatım biçimlerinde yazar farklı yazı karakterleri de kullanmış. Renee Rus edebiyatı ve Japon sineması tutkunu entelektüel bir kadın. Fakat entelektüel bir kişi olduğunu insanlardan gizlemeyi tercih ediyor. Kitabın adı gibi sanki bir kirpi zarafetiyle kendisiyle insanlar arasına belli bir mesafe koyuyor. Paloma’ysa felsefeye meraklı, parlak ve biraz da garip bir kız çocuğu. O, Renee’nin insanlardan gizlediği entelektüel yanını keşfediyor. Romandaki üçüncü ana karakter ise bu iki ilginç karakteri birbirine bağlayan, apartmana yeni taşınan Japon bir iş insanı olan Kakuro Ozu. Yazar sınıf kavramı, sınıflar arası çatışmalar, felsefe, sanatsal bakış açıları üzerinden bir roman yazmış. Kitapla ilgili ayrıntılara çok da girmek istemiyorum. Dediğim gibi benim bu yazıda derdim, roman üzerinden hayatı anlamlandırmak.

Gelelim kitaptaki ağaç metaforu ya da yalnızca ağaçların anlatıldığı bazı bölümlere. İlk metni Paloma’nın günlüklerinde okuyoruz. Televizyonda bir rugby maçı öncesi Yeni Zelandalı oyuncuların Haka dansı yapmalarını anlatır genç kız ve özellikle bir oyuncudan söz eder. Bu oyuncunun hareketleri diğerlerinden farklıdır. “…bu oyuncunun hareketleri kendi içinde kalıyordu. Kendi üzerinde yoğunlaşmış kalması ona inanılmaz bir mevcudiyet ve yoğunluk veriyordu. Aynı zamanda, bir savaşçı ezgisi olan Haka, bütün gücüyle ortaya çıkıyordu. Askerin gücünü oluşturan şey, ötekine bir yığın işaretler göndererek onun gözünü korkutmak için sergilediği enerji değil, kendi üzerinde odaklanarak, kendi içinde yoğunlaştırmayı başardığı güçtür. Maori oyuncu bir ağaç halini alıyordu, derin kökleri olan, güçlü ışıltılar saçan yıkılmaz büyük bir meşe oluyordu ve herkes de bunu hissediyordu. Yine de, büyük meşenin, kocaman köklerine rağmen ya da bunlar sayesinde uçabileceğine, hava kadar hızlı olabileceğine de herkes emindi.” Paloma kitabın ilerleyen sayfalarında Kakuro’nun ağaçlarla ilgili düşüncelerini bizlerle paylaşıyor. “Sonra, biraz düşününce, Kakuro’nun Rus kayınlarından bahsederken hissettiğim o sevinci aniden kısmen anladım. Ağaçlardan, herhangi bir ağaçtan söz edildiğinde de aynı etki oluyor. Çiftlik avlusundaki ıhlamur ağacı, eski tahıl ambarının ardındaki meşe, artık yok olmuş büyük karaağaçlar, rüzgârlı bayırlar boyunca rüzgârın eğdiği çamlar, vs. Ağaçları sevme yeteneğinde çok fazla insanlık vardır. İlk büyülenmelerimize duyduğumuz özlem vardır. Doğanın bağrında kendini bunca anlamsız hissetmenin büyük gücü vardır… Evet bu işte: Ağaçların çağrısı, onların ilgisiz ululuğundan ve onlara olan sevgimizden dolayı bize hem dünyanın yüzeyinde kaynaşan gülünç ve aşağılık parazitler olduğumuzu öğretir, hem de bizi yaşamaya layık kılar, çünkü bize hiçbir borcu olmayan bir güzelliği tanıyabiliriz.” Paloma’nın deyişiyle aşağılık parazitleri bizler çok yakından tanıyoruz. Bütün bu kötüye gidişten, dünyanın üzerinde parazit olmuş insanın sorumlu olduğunu çok iyi biliyoruz. Bir kaosun içindeyiz evet. Bizler aslında doğaya muhtaçken, kibrimizden burnumuzun dibindekini görmeyip, doğadan daha güçlü olduğumuzu düşünüyor ve ona hükmedebileceğimizi sanıyoruz. Yaşanılan son kayıplarda kendi acizliğimizi çok sert bir şekilde tekrar kavradık. Ve işte çoğumuz ormanlarımızın kaybı ile güçsüz, köksüz duyumsadık kendimizi.

Yangın sürecinde bizler, politikacıları da dehşetle izledik. Romanda politikadan da bahseder yazar. “Politika, diyor. Küçük zenginlerin kimseye ödünç vermedikleri bir oyuncak.” Bu da bir bakış açısı elbette. Politika birilerinin oyuncağı mı, bilmiyorum ancak son yangınlarda özellikle bir kısım politikacılar neredeyse tüm halkla oyun oynadılar ve dalga geçtiler. Yangın söndürme uçağı olmayan bir üçüncü dünya ülkesiyiz oyununu oynattılar bizlere. Ve bütün bu kayıplar yaşanmamışçasına ve bu kayıplarda hiçbir sorumlulukları yokmuşçasına iktidar denen o koltukta sıkı sıkı oturmaya devam ettiler. Bu olsa olsa anca koltuk kapmaca oyununda olurdu.

Bütün bu kayıplar yaşanırken bütün bu yangınlar olurken halk arasında büyük bir dayanışma yaşandığına da şahit olduk. Çünkü insanlar köksüz kalmak istemiyorlardı, çünkü insanlar hafızalarına sahip çıkmak istiyorlardı, çünkü insanlar ortak geçmişlerinin talan edilmesine dur demek istiyorlardı. O yüzden daha önceki dönemlerde nasıl bir ağaç için bir arada davrandılarsa bugün de yine ağaçları, ormanları için bir arada yol aldılar. Yangın söndürme uçağı yoksa ellerinde taşıdıkları kova kova suları vardı.

İşte tam da burada sözü yine Paloma’ya bırakmak istiyorum. “Çünkü bu bir öfke ve yoksunluk tavrıdır ve belki de en büyük öfke ve en büyük yoksunluk, kültürler arasında, bağdaşmaz semboller arasında tereddüt geçirmektir, bir kültüre sahip olmama duygusudur… İşte o zaman arabalar yakılır, çünkü o zaman insanın kültürü yoksa artık uygar bir hayvan değil vahşi bir hayvandır. Ve vahşi bir hayvan, yakar, öldürür ve talan eder.”

Şimdilik bir çoğumuz kendimize, kentlerimize, ormanlarımıza, suyumuza, toprağımıza ve en önemlisi toplumsal hafızamıza sahip çıkmaya ve ne olursa olsun kendimizce algıladığımız iyiliğin peşinden gitmeye çalışıyoruz. Umarım yakma yıkma talan kısmına geçiş yaşamayız bu topraklarda.

Bu yazının sonuna son noktayı Renee’nin sözlerinden sonra koymak istiyorum.

“Bıktım, evet bıktım… Bir şeylerin bitmesi gerek, bir şeylerin başlaması gerek.”


* Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, 9. basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Aralık 2014, s.150

[2]Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, 9. basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Aralık 2014, s.30-149-150

[3]Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, 9. basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Aralık 2014, s.23

[4] Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, 9. basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Aralık 2014, s.234

[5] Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, 9. basım, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Aralık 2014, s.275