“Dizlerinin üstünde yeşil bir kitap ama öyle korkunç ağaç yeşili değil, ölüm kokulu bir yeşildi. Bir hazine bulmuş gibi heyecanla, hemen gidip oturduğu bankın soluna oturdum…”

Ağaçtan korkan adam

Erkin Başar

“Deli olmak işten değil
Dün sabah ağacın biri
Dikildi yolumun üstüne
Kaşları çatık”


Suat Taşer

Yaşlıları çok severim ben. Ne garip, ayrı bir tür gibi bahsediyorum onlardan. Bugünü unutan ama geçmişi en küçük ayrıntısıyla bıkmadan fakat bıktırarak tekrar eden, ölümden delicesine korkan, öyle ki yaşamak için avuç dolusu ilaç içen fakat iki lafın birinde ona güya meydan okuyan, sürekli olarak türlü yerlerindeki en çok da dizlerindeki bellerindeki ağrılardan bahseden, kuru dallara benzeyen kolları ve bacaklarıyla eğri bedenleri insanın içini ürperten bir tür. Evet ben bu zavallı türü çok severim. Çünkü yalnızca onların yanında saydığım yaşımda hissederim kendimi. Onların kurumuş bedenini gördükçe ve o bedene dair şikâyetlerle dolu sohbetlerini dinledikçe kanımın genç bedenimde, damarlarımda tazecik akışını hissederim.


Oysa ben bir üniversite kampüsünde yaşıyorum. Orada, dik ve heybetli genç gövdeler arasında küçüldükçe küçülüyorum. Bir büyüme arzusu beliriyor içimde ve ben küçüldükçe kuvvetleniyor bu arzu. Fakat bu arzu kuvvetlendikçe çevremdeki bedenler sanki daha da büyüyor, daha da dikleşiyor. Sadece genç bedenlerle de değil, daha beteri, ağaçlarla dolu bir kampüs benim yaşadığım. Bedenlerden bin kat daha büyük, bin kat daha heybetli ağaçlar dört bir yanda. Kampüsteki bütün boşlukları ağaçlar ve bedenler doldurmuş, havaya yer kalmamış gibi. Boğuluyorum. Bu yüzden kendimi her fırsatta kampüsün dışına atıp, ihtiyarlarla dolu mahallelerde, ağaçlardan ve genç bedenlerden uzak, huzurla dolaşıyorum.

O gün de nüfus müdürlüğündeki işlerimi hallederken, sıramı kampüsten uzak olmanın huzuruyla bekledim. Aslında huzurumun tek kaynağı kampüsten uzak olmam değil, ayrıca nüfus müdürlüğünde olmanın kendisini de gerçekten sevmemdi. Bir diğer garip huyum da bu işte. Pek çokları için devlet kurumlarındaki bitmeyen sıraları beklemek ya da metropolün uzun metro yolculukları büyük bir zulüm olsa da ben hiç sıkılmam beklemekten. Öyle çok sabırlı biri olduğumdan değil, insanlarla dolu karanlık koridorlarda yahut metroda, her bir insanı kaçamak gözlerle incelemekten büyük bir keyif duyduğumdan sıkılmam. Çünkü beklemekten sıkılmış metropol insanlarının -ki onların da bir başka tür olduğunu düşünüyorum bazen- asık suratlarına bakmak bende dünyanın en mutlu insanı olduğum düşüncesini doğurur. Bu yüzden kazayla bir camda kendi yüzümü görüp de aslında herkesinki kadar asık olduğunu fark edersem, hemen gülümsemeye çalışır hatta etrafta gülümseyip, göz kırpacak bir çocuk ararım.

İşte asık suratlı kalabalıkların bana verdiği hazzı çok iyi bildiğimden, o bahar günü nüfus müdürlüğündeki işim beklediğimden erken bitince, kendimi sanki bileklerimde bir zincir varmış da kurtulmuşum gibi özgür, rahatlamış hissetmeme şaşırdım. Bahar güneşiyle keyiflenmiştim. Ancak birdenbire ağaçları hatırladım, ürperdim, kaçtı keyfim. Hemen etrafı kolaçan ettim. Yürürken bedenimi olabildiğince dik tutmaya çalıştım. Memnun gözlerle kollarıma baktım. İki aydır büyük bir azimle spor salonuna gidiyordum. İyi besleniyor, şekerden uzak duruyordum. Her gün akşam buzdolabını açıp hiç içmediğim şarap şişeme bakıyor, sonra yine defne çayı içiyordum. Daha geniş daha güçlü bir beden istiyordum. Ağaçların karşısındaki içler acısı acizliğimden, onlarınki gibi bir heybete sahip olursam kurtulurum sanıyordum. Oysa gerçekte beni korkutan onların heybeti değil yeşil tomurcukları, çiçeklenen dallarıydı, bunu biliyordum ancak spor yaparak bir çınar gibi heybetli olabileceğimi biliyordum ama nasıl çiçek açılır, işte onu bilmiyordum. Çünkü yirmi yaşımdaydım, pek çoklarına göre ömrümün o bir kere gelen baharındaydım ama sevdasızdım, heyecansızdım, hatasızdım. İki kere ikinin dört ettiğini çok iyi biliyordum, bilmekle de kalmıyor ona göre göre yaşıyordum. Aptal tarafsız bir göze göre dengeli, aslında tek düzeydim. Ağaçlarsa belki yüzüncü baharını yaşıyor, doksan dokuz kere kuruyan dallarında bir kez daha coşkuyla tomurcuklar patlıyordu. Ancak neyse ki şehir kalkınmıştı. Gri ve güvenliydi. Ağaçları aklımdan savıp yürümeye devam ettim. Keyfime diyecek yoktu, derken onu gördüm, bir kat daha keyiflendim. Çok yaşlıydı, nereden baksan seksen vardı. Uzun mu uzun bir pardösü giymişti, başında soluk kahverengi bir eşarp vardı. Dizlerinin üstünde yeşil bir kitap ama öyle korkunç ağaç yeşili değil, ölüm kokulu bir yeşildi. Bir hazine bulmuş gibi heyecanla, hemen gidip oturduğu bankın soluna oturdum. Metrodaki çocuklara gülümsediğim gibi, yalandan gülümseyerek halini hatırını sordum. “Çok iyiyim” dedi. “Kabristana gidiyorum.”

Ukalaca güldüm. Kabristan yolcusu bir seksenlik kocakarının yanında parlıyordu işte yirmi yaşım, gençliğim. Ama o konuşmaya devam etti. Bir yandan da bankın altından iki kırmızı çiçek çıkarttı.

-Bak, ikisi de kırmızı olsun dedim. Aynı olsun ki kıskanmasınlar birbirlerini, kıskanıp darılmasınlar sonra bana. Annemle babama gidiyorum da.

Ağır ağır kalktı. Yürüdü. Ben onun ölülere cılız eğri kollarında hayatla, hem de kırmızı renkli hayatla gidişini izledim. Oysa nereden baksan seksen yaşında vardı.

Kalktım, adımlarımı saymadan yürüdüm yürüdüm yürüdüm… Sahile gittim, yarım şekerli bir çay söyleyip, onu düşündüm.