Hrant Dink’in dokuzuncu ölüm yıl dönümüne hangi koşullarda yaklaştığımızı düşününce, Ağed’in okunabilirlik saati, hep ertelendiği için geç kalındığı anlaşılmayan geçmişteki bir randevu gibi kalıyor maalesef

Ağed’in okunabilirlik saati

CANA BOSTAN

Marianne Hirsch 1990’lı yıllarda Holokost’un kolektif belleğini oluşturma girişimiyle post-bellek kavramını önerdiğinde kavram bir dizi tartışmanın ve bellek çalışmasının temel unsuru haline gelir. Post-bellek nosyonunu benimseyen kuramcılara göre, travmatik anının bir takım imgeler ve hikâyeler aracılığıyla aktarımının, sonraki kuşakların deneyimini kurma işlevini incelemek için özgül bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyulmuştur. Böylece vekâleten bir deneyimi ya da dolaylı bir hatırlamayı, olayla öznel ilişkinin korunduğu bir kuşaklar arası mesafeden tarif etmek de mümkün hale gelmiştir. Geçen yirmi yıllık dönemde post-bellek hemen tüm travma çalışmalarının ve kültürel incelemelerin merkezine yerleştirilmiştir. Kavramın incelikli bir eleştirisini ise Geçmiş Zaman kitabında Beatriz Sarlo yapar ve temelde “post” ön ekinin yenilik iddiasını geçersiz kılar. Öte yandan Sarlo’nun eleştirisi de post-bellek kategorisinin gerekliliğinin sorgulanmasıyla sınırlandırıldığından, bu kategorinin, bellek aktarımının siyasal kurma ya da bir yaşam teklifinde bulunma işlevlerini iptal ederek bir tür kutsal mazlumluk örgütlemesine yol açan içeriğine değinilmemiştir.

Bu noktada özellikle totaliter rejim baskısına türlü biçimlerde kuşaklar boyu maruz kalan topluluklardaki belleğin işleviyle, bir takım tarih anlatıları aracılığıyla kişilerin ya da belirli toplulukların mağduriyetten kaynaklı imtiyazlı konumlar sağlamasını mümkün kılan bellek endüstrisini birbirinden ayırmak gerekir. Bellek endüstrisinin ürünleri ya bitimsiz dehşet anılarının sayımına girişerek egemen korkusunu dolaşıma sokar ve bir tür sinizme hizmet eder ya da mağduriyet anlatılarını süreklileştirerek mücadele pratiklerinin ketlenmesine sebep olur. Oysa tarihin ezilenlerin bakış açısından anlatılması, sadece egemenin tarih nezdinde mahkûm edilmesini değil, bu anlatının alımlayıcısının mağdurla özdeşleşmesine izin vermeden onun kendi egemen pozisyonlarıyla karşılaşmasının sağlanmasını da içerir.

Marc Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket’i de tanığı-olmayan-olay olarak felaket ile ilişkisinde böylesi bir anlatının imkânının peşine düşer. Nichanian, Giorgio Agamben’in Tanık ve Arşiv’deki referanslarını paylaşmakla birlikte tanıklığın imkânsızlığını onun belirlediği kategoriler içinden tesis etmez. Agamben’e göre felaket olayının bütününün kendisine verili olduğu yegâne tanık cismani ölümü gerçekleşmeden önce ölümü tamamlanmış olan Müslüman figürüdür; tanıklığın imkânsızlığı da Müslüman’ın dilden mahrum -ölü- olmasından hareketle tarif edilir. Nichanian’da ise hakikati olmayan bir suç olarak felaket, tanığı da içerecek biçimde öznenin tüm hallerinin iptaline sebep olduğundan tanıklık imkânsız hale gelmiştir. Bu felaket olayının hayatta kalanı artık tanık değildir; tanık öznenin katli dolayısıyla ölüdür, hayatta kalan ise olayın anlatılamazlığı nedeniyle “inkârcıdır”.

Buradan hareketle Nichanian hayatta kalanın fenomenolojisinin yapılması gereğini vurgular. Ne var ki felsefi bağlamda bu artık bir çelişkidir zira fenomenoloji deneyimi, deneyim de özneyi gerektirir ama hayatta kalan özne değildir çünkü felaket özneyi katletmiştir. Felaket olayı, hayatta kalanı sembolik bir felce uğratmıştır. Artık hiçbir anlatı dil bütünlüğünün bozulması olayını belli bir dil ile bütünleştiremeyeceğinden hayatta kalanın sözleri gaddarlıkların sayımı olmaktan öteye gidemeyecektir. Oysa felaket olayı bu gaddarlıkların toplamı değil, dil bütünlüğünü bozan deneyimin bir anlatı içinde ifade edilmesinin imkânsızlığıdır. Dilin, felaketin gösteriminin imkânsızlığında kendi sınırını deneyimlemesi ise edebiyat olarak ortaya çıkar. Nichanian’ın edebiyat ile felaket arasında olduğunu varsaydığı özsel ilişkidir bu.

Anlatının imkânsızlığını imkânsızın anlatısıyla aşma girişimi en keskin haliyle Maurice Blanchot’da görülür. Blanchot 1949’da yayınladığı Ateş’in Payı’nı sağ değerlerin bir militanı olmaktan çıktığı, toplama kamplarıyla yüz yüze geldiği dönemde yazar. İçinde tek bir sözcükle dahi olsa Auschwitz’i geçirmese de tüm metinleri bu felakete yönelmiş bir cevap niteliğindedir; artık sadece edebiyatın bu yaşananların ardından nasıl mümkün olabileceğini sorgulayacaktır. Edebiyatın imkânı kamplardaki sonsuz ölümden hareketle ölümün imkânsızlığı fikrine bağlanır. Ölümü kesintiye uğratıp ölüme özgü o anı bitimsiz kıldığı sonsuz bir ertelenmişlik olarak belirlenir edebiyatın zamanı.

Anlatının zamanla ilişkisini kurarak başka bir eksende imkânsızın temsilini daha önce konu edinen yazar ise Walter Benjamin’dir. Blanchot’nun üzerinde hayli yoğunlaştığı ölmek için bir şehirden diğerine dolaşan avcı karakterinin yazarı Kafka’ya atıfla “Babil tünelinin kazısı” alegorisiyle ilgilenir Benjamin de. Babil kulesinin yıkılmasıyla parçalanan dilin bütünlüğü fikrinin izlerini bir yıkıntının parçalarında takip edecektir. Her şimdiki zaman, tarihin belli anlarıyla eşzamanlı olan imgeler tarafından belirlenir Benjamin’e göre. Zaten imgeleri, fenomenolojinin özlerinden ayıran şey de onların tarihsel bağlamıdır. Öte yandan bu tarihsel bağlam imgelerin belirli bir zamana ait olmalarını içermez yalnızca, aynı zamanda onların ancak belirli bir zamanda bir okunabilirlik saatine (zeit zur Lesbarkeit) erişebileceğini de vurgular. Sadece kendi tanınabilirliğinin zamanına (şimdi’sine) erişmiş imge okunabilir...

Nichanian da Blanchot’nun ve Benjamin’in mirasçısı olduğunu vurgularken ancak uzak bir gelecekte kendi tanınabilirliğine ve dolayısıyla okunabilirlik saatine erişecek bir felaketi, tarihsel bir olgu olarak değil de tanığı-olmayan-olay olarak Ağed’i konu edinir. Ağed Ermenicede felaket anlamına gelmekle birlikte, ilk kez ve hayatta kalanlar arasında sadece Hagop Oşagan tarafından felaket olayının özel adını ifade etmek üzere sistematik bir biçimde kullanılmıştır. Nichanian’a göre failin soykırım iradesinin kurban için bir felakete dönüşmesi hali sadece bu adla ifade edilebilecek olsa da Ağed ancak gelecek zamanlarda bize yeniden ulaşacak bir özel ad olarak kenarda bırakılmıştır. Bugün Nichanian’ın “keskin bir iyimser” olarak hatırladığı Hrant Dink’in dokuzuncu ölüm yıl dönümüne hangi koşullarda yaklaştığımızı düşününce, Ağed’in okunabilirlik saati, hep ertelendiği için geç kalındığı anlaşılmayan geçmişteki bir randevu gibi kalıyor maalesef.

GEÇMİŞ ZAMAN
Beatriz Sarlo
Çeviri: Peral B. Charum -
Deniz Ekinci
Metis Yayınları, 2012

EDEBİYAT VE FELAKET
Marc Nichanian
Çeviri: Ayşegül Sönmezay
İletişim Yayınları, 2011