“Tutma”yı ve “bedel ödetme”yi birinci tekil şahıs olarak ifade ederek, kendi vazifesi sayan bir yönetici, her ne kadar dava açmaktan falan söz etse de, dilinin altındaki baklayı çıkarmış demektir. Hoş, zaten baklanın pek dil atında durduğu da yok ya…

Daha önceden çok örneği var; ne zaman birini hedef gösterse, bir mitingde adını anıp, bir röportajda itham etse, başına bir şey geldi hedef gösterilenin.

Gazetecisinden üniversite hocasına, yargıcından sanatçısına ileri çıkıp konuşması gereken çoğu insanın susması, hatta kendilerini susturanı övgüye boğması bu yüzden biraz da... Korkudan.

“Bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek, öyle bırakmam” dedi diye TRT ekranından, daha önce bedel ödettiğini bilen kimi gazeteci, yazar, çizer, bu açık despot tavır karşısında, o ağır bedeli ödememek için özgürlüğünden vazgeçip susuyor.

Özgürlük insanın kendisini gerçekleştirmesiyse; söylemek, yazmak, çizmek istediğini hiçbir dış etken tarafından belirlenmeden söylemek, yazmak, çizmek ise; söylemekten, yazıp çizmekten vazgeçenler özgürlüklerinden vazgeçiyor aslında.

Tam tersini yapanlar da var, tabii. Korkutanın korkusu onlar!

Korkutanı en korkutan şey korku duvarının aşılmasıdır. Bedel ödemeyi göze alıp, özgürlüklerini sonuna kadar kullananlardır. O yüzden tir tir titretti Gezi. Milyonlar bedel ödemeyi göze alıp, üstelik o bedelin ölüm olduğunu defalarca gördükleri halde, özgürlüğü seçtikleri için ürktüler.

Daha önce de yazmıştım; “bedel ödemeyi göze alanlar özgürdür”. Bedel ödemeye hazır olanlar tutsak edilemiyor.

Bugün Çağlayan adliyesinde akrostişli savunmasının yine akrostişli savunmasını yapıyor, BirGün’ün Barış İnce’si. “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ki, koskoca bir Cumhurbaşkanı, koca koca savcılar, tamam çok da koca olmayan mütemadiyen cebine bakan avukatlar, işi gücü bırakıp her savunmamdan akrostiş kovalıyor. Ama kovalayıp durdukları ‘Hırsız Tayyip’ ifadesi, yargılanan Haziran direnişçileri ile dayanışma amacıyla yazdığım, milyonlarca insanın meydanlarda haykırdığı bir slogandır, gerekçeleri mevcuttur, olgular oluşmuştur. … Arkadaşlarım ve ben, yazdığımız hiçbir şeyden pişman değiliz, gözlerimizde pişmanlığı hiçbir zaman göremeyeceksiniz, cezalarınız inmiş çıkmış, zıplamış hoplamış, bunlar değil mesele” diyor yargıçlara, kızım sana söylüyorum havasında.

Akrostişi nereden okursanız okuyun, “bizi bedel ödetmekle korkutamazsınız” diyor Barış. Özgürüz ve özgürlüğümüzü bedel ödemeye hazır olmaktan alıyoruz!

Ağır bedel ödeyecek” diye tehdit edilen Can Dündar da özgürlüğü alınamayacaklardan. Kendisini tehdit edene cevaben; “Bu suçu işleyen kişi, bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmayız onu...” twiti, bedel ödemeye hazır bir gazetecinin meydan okuması.

Yine korkutarak yıldırabileceklerini zannettiler. Bu kez karşılarında korkuyla susmuş bir medya değil, çok kalabalık ve güçlü bir cephe gördüler. Bu telaş, onun telaşı… ‘Gidiyoruz, sonumuz fena’nın telaşı…” diyebilmek, gazeteci olarak görevlerinin ‘parti devletine’ dönüşmüş hükümetin çıkarlarını savunmak değil, savaş batağına sürüklenen bir halkın yanında durmak ve haber alma hakkını savunmak olduğunu söylemek, özgürlüğü seçmektir işte, ağır bedeli ne olursa olsun.
Bu iktidar, partisi ve reisiyle, sosyolojik ömrünü doldurdu. O yüzden, hiç kalkmayacak gibi oturdukları koltukların altlarından kaymasına dayanamıyorlar. Bir kez o koltukları kaybettiklerinde bedel ödemek zorunda kalacaklarını biliyorlar. İşlenen suçların, uluslararası boyutu da olacak yargılamalarla gelebilecek bedellerini görüyorlar.

Bedel ödemekten korktuklarından son sığınak “vatanseverlik”e sığınıp, suçu “devlet sırrı”yla perdelemeye çalışıyorlar. Ağır bedel ödetme tehditlerinin arkasında bedel ödeme korkusu var. Korku bulaşıcıdır; dalga dalga yayılır bir merkezden etrafa.

Cesaret de bulaşıcıdır, korku gibi. O da yayılır. Barışların, Canların bedel ödemeye hazır özgür gazetecilikleri başka gazetecilere de bulaşır.

Cesaretin çok şeye faydası vardır da, korkunun faydası yoktur ecele!