Aydemir Çimen yeni romanı ‘Flamingolar Döndü mü?’ ile yaşamla ciddi boyutta yüzleşiyor. Bunu yaparken ezilen, kıyılan, düşleri yağmalanan kim varsa hepsini de yaşamla yüzleşmeye çağırıyor.

Ağır çağrı mektubu

Zübeyde Seven TURAN

Daha önce ‘Karların Yüzü Kızardı’, ‘Boş topraklarda Ölü Ateşler’, ‘Umut Deniz Gibiydi’ romanları yayımlanan Aydemir Çimen’in 4. romanı ‘Flamingolar Döndü mü?’ raflardaki yerini aldı.

Çimen toplumcu devrimci bir kalem emekçisi. Bu yola bir ömür verdi. Bu kitabı daha dosya halindeyken okuyanlardanım. Kalemini iyi tanıdığım yazarlardan. Daha önceki yapıtlarından onun yaşamdaki duruşunu, zoru, acıyı algılayışını biliyorum. Bundan ötürü de belleğim kılavuzluk etti okuma yolculuğuma.
‘Flamingolar Döndü mü?’, Ankara’da başlasa da, bir İzmir romanı. 12 Eylül fırtınası öncesi Ankara’da başlatılıp İzmir’de süren özelleştirme kıyımının emekçi kesime yansımaları, o günlerdeki Tariş direnişinde yaşananlara bir ayna tutuyor Çimen. Dahası acılara, kıyımlara, insanların yoksul ve yoksun bırakılmasındaki zoru roman tadında yazarak bunları görmeye çağırıyor okuru. Burada o dönemdeki insan, dost ve arkadaş ilişkilerindeki tutarlılığın da altını çiziyor kalın çizgilerle.


O günlerde emperyalist güçler ve onların ülkedeki destekçileri, yazgısı birbirine benzeyen halka, kimi yerde Alevi Sünni, kiminde de sağ ve sol çatışmalar var diyerek çok katliamlar yaptı. Düşünce üstünden suçlu gösterilerek emekçi ve sol muhalefeti bastırmak ve onları birbirine kırdırmak için tezgâhlar hazırlandı. Kahvehaneler bombalandı, otobüsler ve evler kurşunlandı. Özellikle yetmişli yılların sonuna doğru ülke kan gölüne çevrildi. Bunlara yaşarken tanıklık etmiş olsak bile yıllar sonra okurken yeniden yeniden yaşadım o günleri. Ölümleri, zulümleri okuduğumuzda insanın insana zulmünün sınırsızlığını görüyoruz bir kez daha.

Roman kahramanı Ahmet MTA’da mühendistir. Ülkenin zor günlerinde Maltepe’de üniversite öğrencilerinin okula gitmeden önce can güvenliklerini sağlamak için her sabah toplandıkları kahvehanenin bombalanması sırasında eşi Müjgan’ı kaybeder. Dünyası başına yıkılır. O ruh halindeyken çok sevdiği Ankara’dan ayrılarak İzmir’e baba evine döner. Eski bir arkadaşının aracılığıyla işe girer. O dönemde İMF tarafından ülkeye gönderilen Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın açıkladığı ülkenin bugünlere gelmesinde önemli bir katkısı olan ‘24 Ocak Kararları’ gereği ülkede ilk özelleştirilecek fabrikadır Ahmet’in çalıştığı yer. Egemenler basın yayın organlarını da kullanarak önce yalan yanlış haberleri yayarlar. O sırada Ahmet’in kuzeni Tahsin de fabrikadaki olayları bastırmak üzere Ankara’dan İzmir’e gönderilir. Tahsin emniyet birimindedir, bu kimliğiyle, o ateş zamanlarda en yakınlar bile karşıt saflarda yer alır. O saflarda yer almanın ötesinde can kırımına gidecek denli ihanet içindedirler artık. Onulmaz bir yaşama savaşı verilirken, bunlar insanlık sınavından da geçerler.
Çimen adını koymadan bunu apaçık biçimde serer okurun önüne. Tariş direnişi ülkede yaşanan en büyük direniştir. Mahallelerde barikatlar kurulur. Üniversite, dahası halk katılır direnişe.

Ahmet’in İzmir’de önceden tanıdığı Rosa ile ilişkileri onu yeniden hayata bağlar. İkisi de doğasever olduklarından Rosa ile hafta sonları Tuzla’daki Kuş Cenneti başta olmak üzere İzmir’in belirli yerlerine gidip gelirler. Çimen buradaki betimlemelerle İzmir’i de özenle anlatır. Bunları okurken sözcüklerin arasından doğanın kokusunu alır okur.

Rosa’nın varlığıyla yaşama tutunur Ahmet. Aslında ekonomik durumu iyi bir ailenin mühendis oğludur. İnsan yanı ağır bastığından emekçinin, ezilenin, kıyılanın yanında durur. Yazık ki özelleştirme kargaşalarının yaşandığı süreçtir. Olayların dışında kalamaz. Bütün bunları anlatırken yazar, tam da burada okuru da kurgunun içine alır. Yaşanmışlıklar anımsanarak geçmiş yeniden yaşanır. Romanda gerçekçi ve güçlü betimlemeler, gecekondu mahallelerindeki halkın yoksullukları ve üniversite öğrencilerinin durumları tanıdıktır.

Kapitalist sistemin ezip geçtiği emekçi insanların canları pahasına direnmelerini, artan baskılar sonucu savrulmalarını yüreğimiz burkularak izliyoruz. O dönemlere uzaktan yakından tanıklık etmiş dahası yüzleşmiş biri olarak, yaşanmışlıkların yinelenmesi gibi de duyumsadım yer yer. Benim kuşakdaşım olanların bu kitabı okurken romana katıldıkları duygusunu yaşayacaklarını düşünüyorum. Bu da romanın sahiciliğinden kaynaklanıyor. Oldukça arı duru bir dili var yazarın. Öylesine içselleştirmiş ki yazdıklarını, öylesine ona ait ki bir duraksama ya da zorlama görülmüyor tümceler arasında.

Kitapta o dönemin devrimcilerinin aşkı nasıl duru ve derin yaşadıklarının işlenmesi de önemli. Bu yaşanmışlıkların gerçek yüzü. Yine de okura bunu roman tadında yansıtmak anlamlı geldi. Özellikle günümüzde daha da yozlaşan kadın erkek ilişkileri o günlerin ışıklı insanlarında yoktu. İnsan sevgisinin derinliklerine inerek oldukça duygusal aşklar yaşadılar.

Sözün burasında bir önceki kuşağın tanınmış yazarlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Köy Enstitülü yazarlardan Mehmet Başaran’a, Fakir Baykurt’a söylediği, “Çocuklar köyü siz yazın. Biz yazsak da sizin kadar gerçekçi olamayız. Oysa siz o gerçekliğin içinden geldiğiniz için eğreti durmaz kaleminizde” sözü düşüyor belleğime.

Demem o ki Aydemir Çimen, Ankara Yüksek Teknik Öğretmen’de okurken ülkeyi ve insanı talan eden 12 Eylül darbecilerince içeri alınarak (“Anayasal düzeni yıkmaya tam teşebbüsten”) 146. Maddeden idamla yargılanır, müebbet hapis cezası alır. Upuzun yılları hapishanede geçer. Bu olaylara yakından tanıklık edenler de yazdı o günleri; ne ki o günlere tanıklık eden biri olarak ben bu zor ile yüzleşen, dahası acılar çekenlerin, bedel ödeyenlerin yazmasını gerçekçilik anlamında daha çok önemsiyorum. Çağlar boyunca süren bir vahşete, kapanmayan ama çürüyerek kokuşan bir toplumsal yaramıza en duyarlı ayrıntıları gözümüze yüreğimize sokarak çekiyor bakışları. Bunu edebiyatın gücüyle daha işitilir, daha görünür kılıyor. Bunu yaparken kendisini gizemli olmaya zorlamıyor Aydemir Çimen, açık anlatımı yeğliyor. Böyle romana da ancak böylesi yakışırdı doğrusu. Kanın kokunun içinden ayıklayarak, güne güneşe çıkardığı bu olayları yazarak ona güç veren, onu geliştiren topluma borcunu ödemeye çalıştı böylece.

Aydemir Çimen işkence tezgâhlarından geçen, acılarla yüzleşen biri olduğundan bunları anlatırken eğreti durmuyor kaleminde. Dahası sözcüklerin alazı vuruyor okurun yüzüne gözüne. Çünkü bu tezgâhları kuranların, acımasız işkenceleri uygulayanların uzantıları hâlâ insan kılığında aramızda. Ne yazık ki toplumun giderek çürümesiyle yeniden palazlandılar. İlk yaptıkları da bu insanlara can pahasına yaşatılan zulümlerin yani sızılı bir dönemin değişik yöntemlerle unutturulması. Açıkça amaçları toplumun belleğini silmek. Bu ve benzer konulu yapıtlar toplumsal belleğin silinmesine de engel oluyor.

Aydemir Çimen bu yapıtla yaşamla ciddi boyutta yüzleşiyor. Bunu yaparken ezilen, kıyılan, düşleri yağmalanan kim varsa hepsini de yaşamla yüzleşmeye çağırıyor. Bu yapıt onlara yazılmış uzun soluklu ve bir o denli ağır bir çağrı mektubu.

Kalemine, emeğine belleğine sağlık sevgili Aydemir Çimen! Kalemin bileylensin ve susmasın!..

Bu ülkenin toplumsal belleğine önemli bir katkıdır Flamingolar Döndü mü yapıtı. Bu yapıtla okuru buluşturduğu için Klaros Yayınlarına da bin teşekkür buradan.