Çok önceleri bu köşede, bir geçiş dönemi içinde olduğumuzu, yani eski değerlerin içinin boşaldığını, yeni değerlerin ise tam olarak oturmadığını, bu yüzden bu çağa ‘kaygı çağı’ dendiğini yazmıştım. Bu geçiş döneminin başlangıcını, okuduklarıma bakarak 60’lara kadar (belki daha da geriye kadar) götürmek mümkün ve ne zaman sonlanacağına dair bir öngörüde bulunmak da zor. Bu geçiş dönemini, bu çağın verdiği hız yanılsamasıyla sanki ‘ağır çekim’de yaşıyoruz. Böylesi zamanlarda bireyin kendi dünyasında kendisini bulması da zorlaşıyor. Kim olduğunu bilmeyen insanlar çoğalıyor. Hal böyleyken, bireylerin kendilerini önemsiz hissetmesine neden olan bir sistemin içinde, ne yaparsa yapsın bir şeylerin değişmeyeceğine bir şekilde ikna edilmeleri de kolaylaşıyor. Özellikle şimdiki siyasi iktidarın sosyal medya dahil yaşamın her alanında uygulamaya çalıştığı yasaklar, siyaseti kendi onayladığı çerçeve içine sıkıştırmaya çalışan tutumu, bu süreci daha da derinleştiriyor.

FARK EDİLMENİN ÖNEMİ

Gençlerin arasında neredeyse hiç gazete okumayan, TV’deki haber programlarını izlemeyen büyük bir kesim oluştu. Sosyal medyada bir bilgisayar oyunu videosu saatlerce izlenebiliyor, hatta o tür videolar hazırlayan kişiler ciddi paralarla bir sosyal medya platformundan diğerine transfer edilebiliyor. Bu durum sadece gençlerin de meselesi değil artık, arada politik bir çift laf edenler olsa da, ne yaparsa yapsın birey olarak hiçbir önemi olmadığını hissedenler azımsanmayacak bir sayıya ulaşmış durumda. Bu durum, toplumun ve ülkenin geleceği için büyük bir tehlike oluşturuyor.

Bütün bu sürece bir de çevremizi saran tekonolojinin gücü eklenince, birey kendisini daha da önemsiz, küçülmüş ve kendisinden kuşku duyar halde buluyor. Yaşanılan sürecin ağırlığını en iyi gözlemleyeceğimiz kesim ergenler. Zaten bir kimlik karmaşası yaşayan, hayatın anlamını sorgulamanın hayat memat olduğu bu kesim, bütünüyle boşluğa bırakılmış gibi. Onlarda da bu defa, Rollo May’in ‘Kafesteki Adam’da yazdığı gibi şöyle bir eğilim ortaya çıkıyor: “Kim olduğumu bilmiyor olabilirim, ama en azından beni fark etmelerini sağlayabilirim.” Ama bu da bir noktada işe yaramıyor. Çünkü yapılan çalışmalar gösteriyor ki, gençler arasında ‘rekabetçi’ tutum terk ediliyor artık. Gençler okul birincisi olmayı eskisi gibi arzulamıyor, ortanın üstlerinde yer almak çoğu kişi için yeterli. Herkes gibi olmak gittikçe daha çok önem kazanmaya başlıyor. Kişi artık kendini sürüye uyarak geçerli kılıyor; farklı olmak, sürüden ayrı durmak kişiyi anksiyetenin kucağına düşürüyor sadece.

YALNIZLIK VE KONFORMİZM

Anksiyeteye karşı ise artık o kadar dayanıksızız ki… Kim olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşayan, hayatını anlamlı bir bütün olarak deneyimleyemeyen, dijitalleşmeyle birlikte kendisinden kuşku duyan birinin anksiyeteyle baş etmesi kolay değil. Akademide eski hocaların, “Biz doktora yaparken tezimizi şöyle zorluklarla yazmıştık” gibisinden anlattığı hikâyeler ve aynı fedakârlığı gençlerden bekleyip yaşadıkları hayal kırıklıkları, bireylerin tutumlarıyla açıklanamaz, fedakârlık ancak kendisini ve yaptığı işi önemseyen kişiler için anlamlıdır. Liyatasizliğin tavan yaptığı ülkemizde ise bu daha da etkili, kimler profesör olmuyor ki… Üstelik, anti-entelektüelizm de, sürüye uyma eğilimindeki yükselişle birlikte iyice güç kazandı.

Anksiyeteye karşı dayanıksızlığın bir başka nedeni ve kaynağı, gittikçe artan yalnızlık… Yalnız hisseden konformist kişi, yalnızlıktan kurtulmak için kendisini sürüye uydurmaya çalışır, ama bu çözümün bedeli çok daha beter ve derinlere işlemiş bir yalnızlık ve anksiyete olarak karşımıza çıkıyor. Kişiyi duyarsızlaştıran, hayatını anlamsızlaştıran, etrafında insanlar olsa da kendisi gibi davranamadığı için kendisine yabancılaşan ve daha da yalnızlaştıran bir girdap… Çünkü yalnızlığın en acı verici olanı, ‘öteki’ olarak kendisiyle ilişki kuramama halidir.

Bu geçiş sürecini ‘ağır çekim’de yaşıyoruz artık. Ağır çekimde bir yok oluş ve varoluş mücadelesi…