İngilizce ‘possession’ sözcüğüyle en sık karşılaşılan alanlardan biri sinemadır. Hikâyesi ‘şeytan tarafından ele geçirilme’ ya da ‘cinlenme’ gibi konular üzerine kurulu çok sayıda Hollywood korku filminin adında ‘possession’ sözcüğü geçer. Hatta başka ülkelerde üretilmiş benzer konulu filmlerin İngilizce adlandırılmasında da sıkça karşılaşılır -örneğin Türkiye yapımı Dabbe serisinin iki filmi de aynı şekilde adlandırılmıştı: Dabbe: Demon Possession (2012), Dabbe: The Possession (2013).

Ama aslında sözcüğün birinci anlamının cinlerle şeytanlarla hiç ilgisi yok. ‘Possession’, ‘mülk’ ve ‘sahip olma’ anlamlarına geliyor. Yani ‘maddi varlıkların birilerinin elinde bulunması’ ve ‘birilerinin sahip olduğu maddi varlıklar’. ‘Cinlenme/şeytan zaptı’ ise, Cambridge Sözlüğü’nde ‘possession’ maddesinin diplerinde bir yerde bir cümleyle geçiştiriliyor, Oxford Sözlüğü’ndeyse altı anlam içinde altıncı sırada, tek cümlelik bir anlamla ve örneklenmeden yer alıyor.

Etimoloji sözlükleri hangi anlamın daha önce ortaya çıktığına dair net bilgi veremese de, Avrupa’da feodal dönemin sonlarına doğru ‘mülk sahipliği’ anlamının çıktığı, 16’ncı yüzyılda dinsel anlamının belirdiği, 17’nci yüzyıldaysa tam olarak ‘adalet mülkün temelidir’ sözündeki anlamıyla (‘possession is nine-tenth points of the law’: Mülkiyet, yasanın onda dokuzudur) sözlüklere girdiği biliniyor.

Bu ilginç bir durum; ‘mal-mülk sahibi olma’ ve ‘şeytan tarafından zaptedilme’ anlamları, toplumsal dönüşümün zirve noktalarından birinde (Sanayi Devrimi) birbiriyle sarmal ilişki içinde gelişmiş gibi görünüyor. Demek ki, ortada kapital birikiminin şeytani bir tarafı olduğuna dair bir düşünce var. Ama din-politika ilişkilerinin tarihine bakılırsa, ‘possession’ sözcüğü kapitalizmi lanetlemekten ziyade, kilise etkisindeki kapitalist toplumlarda işçilerin itaatini sağlamak için kullanılıyor.

***

Geçen hafta, bu ideolojik birlikteliğin fazlasıyla görünür hale geldiği iyi bir film çıktı. İsveç-Norveç ortak yapımı Forbannelsen/Possession (2022) adlı film, bol hayaletli bir korku filmiymiş izlenimi yaratan ismine rağmen, 1918 yılında -I. Dünya Savaşı’nın son ayları- başlayıp 1919’da biten, ama aslında hâlâ sürdüğünü bildiğimiz bir öykü anlatıyor.

Rahip Lauritz Smith ve oğlu Oscar, kasabadaki madende çalışan işçiler için bir kilise yapılması işini üstlenmişlerdir. Filmin başlarındaki bir sahnede, rahip ve oğlu, ücretlerini almak için soğukta bekleşen işçilerin yanından geçerek maden ocağının yönetim ofisine girerler. Maden sahibinin yardımcısı, o sırada “Paranı pazartesi alacaksın” diyerek genç bir adamı yumruklamaktadır. Babayla oğlunun da ödeme almak için geldiğini düşünen adam, “Yazıyı görmediniz mi?! Siz de sıraya girin!” der. Ofisten çıkan bu kişilerin din adamları olduğunu fark eden patron, hemen dışarı fırlayıp rahipten özür diler.

Kilise-maden işbirliği önemlidir. Çünkü ofiste dövdükleri genç, Sami (Lapon) toplumunun bir üyesidir ve bu maden de Samilerin gasp edilen topraklarında kurulmuştur. Hem pagan inanışı ve şamanlık kültürüyle yaşayan Samilerin Hıristiyanlaşması için süren iki yüzyıllık mücadelenin önemli bir adımı olarak, hem de işçilerden oluşacak bir cemaatin otoriteye sağlayacağı faydalar açısından, kiliseyle maden işbirliği yapmalıdır. Patronun karısı bir toplantı çıkışında Smith’e şunu söyler: “Bu insanların, onları birleştirip doğru yolu gösterecek bir lidere ihtiyacı var.”

Tıpkı maden gibi, kilise de Samilerin üzerine hiçbir şey yapılmasını istemediği topraklarda inşa edilecektir. Rahip Smith, kilise için kazılan temel çukurunda bulunan Sami çocuklarına ait iskeletleri evinin bodrumuna gizleyip inşaata devam eder.

Madende çalışanlar ölümcül solunum yolu hastalıklarına yakalanmaktadır ama iki muktedir (kilise ve maden, patron ve rahip) bunu da önemsemez, artık bariz bir iktidar savaşına girmişlerdir.

Bu sırada, Rahip Smith ve oğlunun kötü karakterleri iyice belirginleşir. Evdeki kadınlara davranışıyla nasıl sadistik bir ‘erkek’ olduğunu gösteren rahip, bir yandan ahlak vaazları verirken bir yandan da maden sahibinin karısının ‘günahlar’ını çıkarmaktadır -bu ilişkiyi, son zamanların ne yazık ki epey popüler olan terimi ‘badeleme’yle tanımlamak da mümkün.

Filmin anlatım tarzı açısından biraz ‘kör gözüm parmağına’ olduğu söylenebilir: Kilise (din) kapitalizmin işbirlikçisidir, kapitalist patron kötüdür, erkek-egemen düşünce ve inanışların istisnasız hepsi insanlığa zararlıdır. Ama belli ki bu tarz, yeni dünya düzeninin yarattığı kaosların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çünkü dünya “Yetti artık!” diyor; kötüye kötü, alçaklığa alçaklık denmesini istiyor insanlar.