Çocukken artistlerin ölmeyeceğini düşünürdüm. Ölseler bile bunun film icabı olacağını. Ama öyle değilmiş… Seni çok sevdik ve şimdiden çok özledik. Güle güle Rasim

Ah be Rasim…

8 Mart’ın coşkusuyla yeğenim Selen ve onun hayat arkadaşı Deniz’in evinde; onların Kuzguncuk’taki apartmanların arasına sıkışmış küçük ama yaşam dolu bahçesinde bu özel günü kendimizce kutluyorduk.

Sönmeye yüz tutmuş bir ateşin başında toplanmış, eski anıların soluk gerçekliğini esprilerle, şakalarla savuşturmaya çalışırken soluk mavi bir ışık yandı cep telefonumda. Bir bildirim geldi. Sonra bir diğeri, bir diğeri daha sonra. Gördüm ama okumadım. Okudum ama anlamadım. Anladım ama inanamadım.

Zira bugün o gün değildi. Bugün 8 Mart’tı. Bugün dünyadaki tüm kadınların doğum günüydü. Bugün dünyanın doğum günüydü. Dünya kocaman bir pasta ve biz erkekler onun üstündeki mumlar, maytaplar, dönme dolaplar, atlıkarıncalardık. En azından bu gün öyleydik. Ya da öyle gibiydik.

Hemcinslerimizin yaptıklarının utancını taşımıyorduk. Sanki bugün kötü hiçbir şey olmamalı, kötü bir söz duyulmamalı, unutulmak istenen hiçbir an yaşanmamalı bugün hiç kimse bu yaşamdan kopmamalıydı. Bugün ölüm kimseye yakışmazdı. Bana da sana da ona da… Rasim’e de… Ama… Rasim… Öztekin… Rasim Öztekin. Nasıl olur ki?

“Ağlamayacağım lan” derken gözyaşlarım harflerin, rakamların üstüne düşüyor, bir kara delik oluşturuyor bilgisayar klavyesinin üzerinde. Daha sene-i devriyesi bile dolmamışken Levent Ünsal’ın, şimdi de Rasim…

ORTAOYUNCULAR VE RASİM İÇİN AĞLADIM

Rasim için ağladım. Öksüz kalan filmler için, Pelin için ağladım. Aslıhan için tanımasam da Esra Hanım için, Rasim’in Galatasaray sevdası için ağladım. Ama bana en çok dokunan tiyatroya ilk adımı attığı, orada tanıştığımız Ortaoyuncular için ağladım. Küçük Sahne için, Ses Tiyatrosu için ağladım. Beraber giyinip soyunduğumuz oyun öncesi makyaj yaptığımız Münir Özkul’un da, Erol Günaydın’ın da kullandığı kulis için ağladım. Ferhan’a çaktırmadan sahne aralarında ufak bir radyodan dinlediğimiz Fener-Galatasaray maçları için ağladım.

Ferhan’ı aramaya cesaret edemedim. Elif’i aradım. O, telefona ustayı verince konuşamadım, “başın sağ olsun” diyemedim. “N’oluyor?”un cevabını veremem diye hıçkıra hıçkıra ağladım. Hass*ktir be derse aklıma Tuncel Kurtiz’in okuduğu Feran Ağbi şiiri gelir diye ağladım da ağladım. Ne kadar çok anı biriktirmişiz içinde bir tane bile kırgınlık barındırmayan. İmam Adnan Sokak’taki ocakbaşı muhabbetlerimiz, rahmetli Adile Naşit, Hulusi Kentmen, Boran Kaya’nın da yer aldığı binlerce çocuğa oynadığımız çocuk oyunları, Hümeyra ve Ferhan Şensoy ile birlikte İçinden Tramvay Geçen Şarkı, bir firmanın tanıtımı için “Geniş Açı” ekibiyle Gürol’la, Aydın’la, Baltepe ile Birsen, Gökhan ve Serhan ile çıktığımız Anadolu turnesi. Senin konser öncesi seyirciyi ısıtman için anlattığın fıkralar. Davul çalmaya olan düşkünlüğün. Yediğimiz yemekler, içtiğimiz içkiler, attığımız kahkahalar… Ah be Rasim…

BUNLARI YAZMAK BANA DÜŞMEZ

Ölümü kişiselleştirmeyi ve ölenin ardından hatıraları paylaşmayı çok sevmiyorum. Belki benim anlatmak istediğim bir anı onun gizli bahçesi. Belki ben yaşıyorum. “O” öldü diye bu satırları yazmak bana düşmez. Haddime de değil. Ama artık üzülmenin de bir sınırı olmalı. Çok üzüldüm bu aralar. 60 yaşını geçen birinin geçmişteki olağan acıları da düşünüldüğünde kısa bir sürede bu kadar acı çekmesi, üzülmesi normal mi?

Çocukken artistlerin ölmeyeceğini düşünürdüm. Ölseler bile bunun film icabı olacağını. Ama öyle değilmiş… Seni çok sevdik ve şimdiden çok özledik. Güle güle Rasim…