Günün verilerine dayanarak geleceği sezmek ya da bulgulamak, sonra da bunu duyurup halkı uyarmak aydının asıl göreviyken, ne 27 Mayısı, ne 12 Mart'ı, ne de 12 Eylül'ü önceden görüp halka duyurabildik

Ah Biz Ödlek Aydınlar

Aziz Nesin

“Halk iyidir, aydınlar kötüdür.” Bu yargıyı ortaya atanlar yine aydınlar. Halkı tavlamak için, özellikle politikacı ve yönetmen olan aydınların büyük kandırmacası bu. Bu yanlış yargıdaki “halk” yerine “işçi sınıfı”nı da koyabiliriz. Örneğin KANLI PERŞEMBE olayını yaratanlar, nedense halk sayılmaz da, o Kanlı Perşembe’nin kurbanları halk sayılır. Oysa, ikisi de bizim halkımız, iyisiyle kötüsüyle. Aydınlar döneklik, kaypaklık eder de, işçiler etmez mi, etmemiş midir ? Ancak, halkın – kötü olması değil – kötülük yapmasının sayılamayacak kertede nedenleri, gerekçeleri vardır : Eğitilmemiştir, öğretilmemiştir, bilisiz bırakılmıştır, gerici birikimle koşullandırılmıştır, aldatılmıştır, sömürülmüştür vb. Ya aydınların kötü olmaları, kötülük yapmaları için gerekçeleri ne ? Hiçbişey yapmamış olmak da, yapılabilecek kötülüklerin en kötüsüdür. İşte aydının sorumu da, suçu da burada : Halka olan borcunu ödememek...

Türk aydınları olarak durumumuzu ötedenberi düşünmüşümdür ; ama özellikle son üç-dört yıldanberi Türk aydınının niteliği, karakteri, durumu beni herzamankinden daha çok düşündürüyor ; yani bibakıma kendi kendimi de düşünmüş oluyorum. Bizler ne tür bir aydınız ? (Burda aydınların çoğunluğunun bileşkesi söz konusudur ; yoksa, diyelim binde üç-beş oranındaki ayrıcalardan söz etmiyorum.) Bu yazının dar sınırı içinde, saptayabildiğim niteliklerimizden – Türk aydınının niteliklerinden – üçüne değineceğim.

Kısagörüşlülük, dar çevrenlilik
Tastamam ellibeş yıl oldu ben o karikatürü göreli, ama unutamıyorum. Bir geminin burnu karaya iyice girip saplanmış ; o denli ki, bir ağacın dalları, geminin burnunda gözcülük yapan denizcinin kafasına çarpmış. Ancak kafasına ağacın dalları çarptıktan sonra gözcü haykırıyor :

–Karaaaa !

Bu öyle bir aptalca haykırış ki, ben o karikatürdeki gözcünün boğuk, korkak, kısık sesini ellibeş yıldanberi hâlâ duymaktayım. Unutamadım, çünkü aydınlarımızın ancak iş işten, atı alan Üsküdar’ı geçtikten, Üsküdar’da sabah olduktan, kafasına dank dedikten sonra gerçeği görüp haykıran o aptal ve korkak sesleri, hep sürüyor.

Günün verilerine dayanarak geleceği sezmek yada bulgulamak, sonra da bunu duyurup halkı uyarmak aydının asıl göreviyken, ne 27 Mayısı, ne 12 Martı, ne de 12 Eylülü önceden görüp halka duyurabildik.

Gönlüne göre gerçek
“Şu yazımda da söylediğim gibi” demek hiç hoşuma gitmez, ama beni lütfen bağışlayınız, ilk kez bu yazımda bir eski öykümü özetleyeceğim. Öykünün adı “Ah Biz Eşşekler”.

Eskiden eşeklerin kendilerine özgü zengin bir dilleri varmış. Kendi ülkelerinde eşşekçe konuşurlar, yazışırlarmış. Günün birinde kurt sürüleri, eşeklerin ülkesine saldırmış. Eşekler, kurtların saldırıya geçtiği haberini almışlar ama, “Yok canım, kurtlar ne diye bize saldırsın...” diye kendilerini avutmuşlar. Kurt sürüleri yaklaştıkça kurt kokusunu da almaya başlamışlar ama, “Yok canım, kurt değildir, inşallah kurt değildir,” diye yine kendilerini avutmuşlar. Kurtlar daha da yaklaşmış, ayak sesleri duyulmaya başlamış, eşekler yine kendilerini avutmuşlar : “Kurt değildir... Ne diye kurt olacakmış...” İyice yaklaşan kurtları gözleriyle görmüşler, ama gönülleri elvermediği için, “Bunlar kurt değil, kurda benzer bişeydir...” diye avunmuşlar. Sonunda kurtlar dişlerini sağrılarına geçirince eşekler de gerçeği anlayıp can acısından haykırmaya başlamışlar : “Aaaaa ! Oooo !” Korkudan dilleri tutulduğundan başka bişey konuşamıyor, salt “Aaa, oymuş, kurtmuş...” anlamına, salt “Aaaa ! Oooo...” diyebiliyorlarmış. O zamandanberi, eşşekler dillerini unutmuşlar “Aaa-ooo” diye anırmaya başlamışlar.

Biz aydınlar, kurdun pençesi yakamıza yapışınca, dişleri ensemize geçince korkudan dilimiz tutulup haykırıyoruz. Daha önceleriyse gönlümüze göre gerçek uyduruyoruz :

Yok canım değildir, ne diye o olsun... İnşallah değildir.

Üstelik bu avuntunun adını da “iyimserlik” koymuşuz ; Gerçekçi iyimserlik.

Biz ödlekler
Yine eski bir öykümün özeti. Adı “Padişaha Giren Kazık”. Bir zamanlar bir ülkede bir kişi, “Aman bana kazık giriyor !” diye bağırmaya başlamış. Başkasına giren kazıktan bana ne deyip kimse aldırmamış. Derken, “Bana kazık giriyor” diye bağıranların, acıdan kıvrananların sayısı artmaya başlamış. Önceleri halktan kişiler kazık giriyor diye bağırırlarken, sonraları üst düzeydekiler de başlamışlar bağırmaya : “Aman yetişin, kurtarın... Bana giren kazığın acısına dayanamıyorum...” Bir zaman sonra, başkalarına kazığın girdiğine inanmayan yada aldırmayan nazırlar (bakanlar), vezirler de yedikleri kazığın acısından kıvranarak, “Kazık giriyor,” diye haykırmaya başlamışlar. O ülkede kendisine kazık girmeyen tek kişi padişah kalmış. Ama o da günün birinde kazık yemekten kurtulamayıp, “Amanın... Bana dahi kazık girmektedir” diye inleyip kıvranıp haykırmaya başlamış.
Türkiye’de kazık kendisine girmedikçe, başkalarının yediği kazıkla ilgilenilmediğini anlatan yüzlerce olayı örnek olarak gösterebiliriz. En sonuncusu şudur : Ancak yeni basın yasası tasarısından sonra, dördüncü kuvvet denilen (gerçekte üçbuçuğuncu kuvvet) basınımız bağırmaya başlamıştır.

•••

Her dönemde, o dönemin koşullarına göre aydınların yapması gereken görevleri vardır. Düşünmeliyiz. Halkımıza olan borcumuzu ödüyor, görevimizi yapıyor muyuz ?

Büyük yurtsever Namık Kemal, çağdaşları olan aydınların kısagörüşlülüğünü, sorumsuzluğunu, ödlekliğini görüp dayanamamış da şöyle haykırmış :

Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz

Sabır, taşı bile çatlatır. Ama gün gelir, aydının vurdum duymazlığı karşısında sabrın kendisi bile çatlar.

Namık Kemal, salt çağdaşları için söylememiş bu taşlamayı, ne uzakgörüşlüymüş ki, daha o zamandan bizi bile görmüş.

Nişantaşı, 11 Ekim 1983

Edebiyatımızın ve düşünce hayatımızın büyük ismi Aziz Nesin’in aynı adı taşıyan kitabından alınan bu yazıyı kullanmamıza izin veren Nesin Vakfı’na teşekkürü borç biliriz.