‘Bağzılarımızın’ hikâyelerinden birine benziyor aslında…

Beşiktaş’ın yılan gibi uzayan Arnavut kaldırımlı dar sokaklarından birine bakıyorum. Birinci kat, sokağa uzansam tutacak gibiyim, öyle bir his. Gece yarısı… Elinde fırça, boya kutusu… Yukarıdan başlayıp aşağı doğru bozulan bir yazı… “TEK YOL DEV…” Pencerenin açılma sesiyle hafifçe irkiliyor. Karşıdaki cumbalı evin duvarından bana doğru dönüyor. Göz göze geliyoruz. Gülümseyip eliyle ‘sus’ işareti yapıyor. Bir an… Sonra erketeden ıslık sesi, bir düdük, ille de tamamlanan yazı yukarı doğru koşturmaca. 12 Eylül’e çeyrek vardır herhalde… Unutulmayan bir gülüş.

Yıllar sonra bir karne günü. Anlaşılıyor ki kız çocuğunun karnesi iyi. CNN muhabiri “Büyüyünce ne olmak istersin?” diye soruyor. Önce muhtar olacak, sırasıyla belediye başkanı, vekil, bakan, cumhurbaşkanı… Sonra adam asmaca oynayacak. Muhabir röportajı bitiriyor; “Hayalleri büyük” diyor. Kız çocuğunun karnesi iyi de ülke kırıklarla dolu. Cam kırıkları, hayal kırıkları…

Telaşla tek yol devrim yazısını tamamlamaya çalışan abilerden ‘lan ne evrimi’ diyen müfredata adım adım evrildiğimiz belliydi ama… Aradaki dönemde mahallenin başka güzel abileri duyulmadı işte. Onların gür sesleri vardı, lakin kimilerinin kulakları yoktu.

Hep böyle olmuştur bu iş. Hep aynı yollardan aynı rotalardan geçilmiştir. Her şey olup bittikten sonra birileri çıkar, tarihin tekerrür olduğunu anlatan ve ‘cuk’ diye oturan o basmakalıp cümleleri kurar: “Fark edemedik, kıymetini, değerini bilemedik!”

Acı, daha çok trajikomik bir hikâye olmuştur hep. Üst üste gelir kareler.

Evrim tartışması, haremlik selamlık bilet, tek millet, tek adam.

Bizi bu hale okuyarak büyüdüğümüz o kazteler, son anda tamamlanan ‘o yazılar’ getirdi!

Bir çılgınlık halidir… Halkın kendini yönetmesinden kendini fesheden parlamentoya.

Meclis-i Mebusandan Meczubu Mebusana tuhaf bir girdaptır.

Büyük bir paket içinde gülümseten sözler de okunur: “Sizi bu hale okuyarak büyüdüğünüz o kazteler getirdi.”

Doğru söze ne denir.

24 Ocak, mahallenin en güzel abilerinden Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü…

O gün babamı ağlarken gördüğüm ender zamanlardan biri. ‘Adamın babası ağlar mı lan?’

Ağlıyor işte, boş ‘Gözlem’ köşesine bakıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor hem de!

Yıllar sonra… Geçen hafta… Danimarkalı bir medya uzmanı BirGün’ü ziyarete geliyor. Özellikle konuşmak istiyor. Türkiye’de çok az sayıdaki soruşturmacı gazeteciden biriymişiz. Öyle diyor. Anlatıyoruz; IŞİD, kamplar, olan biten filan… Memleketin pür meali daha çok! Dosyalar, alan araştırmaları. Hikâyeyi merak ediyor…

Soruşturmacı, araştırmacı gazeteci nasıl olunur?

Benim öyküm basit…

Bizi bu hale okuyarak büyüdüğümüz o kazteler, son anda tamamlanan ‘o yazılar’ getirdi!

İki adam en çok da… ‘Biri vurulduk ey halkım unutma bizi’ diyen, diğeri onu okuyan adam!

Birine dünya gözüyle dokunmak, diğerine ‘bir şeyler okutmak isterdim…

Bilen bilir…

Gazetecilik ‘hikâye’ değildir. O yüzden ‘yazarken de’ kişisel öykülere yaslamam sırtımı. ‘Ben’ dilini de benimsemem, ‘Biz’ derim. ‘Haber kutsal, yorum hürdür’ der eskiler. Bir habercilik bağıdır… Enderdir bu ruh hali yani…

Kim bilir insan bazen kendini mazur görmelidir.

Belki de ilk kez ülkesiyle birlikte yaşlandığını hisseden bir gazetecinin halet-i ruhiyesidir.

Varsın öyle olsun bu kez… Bizi o kazteler, o adamlar, o kazeticiler mahvetti.

Ne de iyi oldu. Çocuklarımıza anlatacağımız devam eden hikâyelerimiz, ülke özlemlerimiz var çünkü. Hâlâ ve inatla.

Cumhuriyet gazetesi yazarı sevgili Ceyda Karan, sosyal medyada geceyi çok öykündüğüm bir tarzla bitirir. Bir şarkı paylaşıp “Onurlu, vicdanlı ve iyi insanlara iyi geceler” diler. Tıpkısını yapalım; çocukların hayallerini yeniden ‘yaşama’ çevirmek için elimizden geleni yapacağız. Kimsenin şüphesi olmasın. Onurlu, vicdanlı, iyi insanlara, gerçeklerin peşinden gidenlerin, peşinden gittikleri için bedenleri zindanda ama akılları, vicdanları aydınlıkta olan dostlara bir kez daha selam olsun.