Hastanelerin otel hizmeti verdiği, okulların kışla, evlerin birer toplama ve toplanma kampı haline getirildiği, sokağın boşaltıldığı, her yere giriş ve çıkış saatlerinin bunca belli olduğu bir dünyada neye daha fazla şaşırmalıydı ki? Gece belirli bir saatte yatılması gereken, çünkü tüketilmesi gereken “ekmeği” elde edebilmek için eşekler gibi çalışılıp yine de aç kalınması zorunlu olan bu dünyada neyi daha fazla garipseyebilirdik ki? Bilmek yetmiyordu. Çünkü öğrendiklerimiz yaşadıklarımıza karşılık gelmiyordu. İnsan artık kendi okulunu yaratmalı, bilginin tiranlığından kurtulmalıydı. Okullarda binlerce ve milyonlarca “hiçbir şey” öğretmişlerdi. Çünkü hiçbir okul “bir şey” öğretecek kadar cesur olamamıştı.

Bir market, bir pazaryeri, bir kitapçı benim için bir okuldu artık. İnsan her yeri kendisine okul kılabilir. Yeter ki bilginin o çekici hapishanesine kendisini kapatmasın, bilmek denilen şeyi büyülü bulmasın. Olmuş ve olacak olan her şeyi bilmiş olanların, bilenlerin ve bildiğini sananların dünyasında bilmenin karşısındaydım. İnsanlar bilen birilerini gördüğünde şaşırıyordu. Oysa şaşırılması gereken, birilerinin bir şeyleri biliyor olması değil; okuduğunda bilebilen bir yaratığın bilmesine bu denli şaşırılmasıydı. Bilmek değil, anlamak maharetti. Hatta anlamak bile değil, onun da ötesinde, Tanrı Hermes’in insanlara en büyük armağanı olan yorumsamak önemliydi.

Marketten içeri girdiğimde daha geçen gün “gerçeğe asla ulaşamayacağımı, ulaştığım şeyin yalnızca benim gerçekliğim olacağını” söyleyen kasiyere doğru yürüdüm. Bir müşterisi vardı. Diğer kasalarda sıra yoktu. Ama ben onunla konuşmak için, boş kasalara yönelmedim: “Boş kasa var beyefendi buradan yardımcı olalım”. Gitmedim. Ürkmüştüm. Unutmamıştım ki “insan çağrılandır”. İktidar seslenir, insan ona uyar. Bu bir iktidar çağrısıydı. Her şeyin tıkır tıkır işlerliğinin başladığı ilk yer, ilk emirdi.

Sözde yardımcı olmak istemekteydi ve boş kasa varken sıraya girmiş olmayı anlamamakta, garipsemekte, insanın kendisini neden boş yere beklettiğini ve bunun nasıl bir rasyonel tercih olabileceğini sorgulamaktaydı. Aslında bu bir emir cümlesi değildi. Bir tehditti. Ona uymak, bütün bir sisteme uymak, istemediğin bir saatte uyanmak, sevmediğin elleri tutmak, bir sınavı kazandığın halde atanamamak, sevmediğin halde evlenmek, yaşamak istemediğin halde yaşamak, başkalarının anadilini bilerek iş hayatında -ancak- yer bulabilmekti.

Bu çağrıya uymadım. Elimde, kasada geçireceğim vakit için aldığım ve sağlıklı liflerden oluşan bir bisküvi vardı. Onu açıp yemeye başladım. Ama aslında bisküvinin ve sağlıklı olmanın, hatta sağlıklı olma zorunluluğunun Allah belasını versindi, biliyordum. Amacım yalnızca edilecek anlamlı bir iki cümleydi, hepsi buydu.

Önümdeki müşterinin işlemi bitmek üzereydi. Bekliyordum. İnsan kendisini neler için bu denli zorlardı ki? Kim için? En seviyor göründüklerimizin, en saygıyla önünde eğildiklerimizin bile bizim için aslında hiçbir öneminin olmadığı bu dünyada, bir bisküvi ve bir kasiyerin, eşyalıktan, yiyeceklikten, kadınlıktan, işçilikten ve sevmek-sevmemek ikileminden kurtulup sıyrılmasıydı benim beklemem. Sevmek, aşk, mutluluk, iyilik ve sağlık gibi bütün olumlamaların ancak bir yılanın zehri kadar hükmü olacak asil ve gerçekten dürüst bir dünyanın olabilirliğiydi sıkıntımın nedeni ve sonucu.

Bekleyişim bir anlam taşıyordu ki, anlam bugünlerde hiçbir yerde kolay bulunamayacak kadar değerli ve her daim ince bir koşuşturmanın parçasıydı. Ah o ince koşuşturmalar. Ah bu dünyanın hain zarifliği, yalancı naifliği. Ah insanın insana kurduğu en büyük tuzak: Kibarlık. Koşuşturmaların ince, el sıkışların zarif, sözlerin kibar olduğu bu dünyada, insan inceldikçe, zarifleştikçe ve kibarlaştıkça daha çok kan –neden-dökülüyordu? Çünkü aslında bunların hepsi birer oyundu.

Sıra bana geldiğinde iki cümle laf ettik yalnızca. Herkesin, her ölümlünün, bir gün bu dünyayı terk edip gidecek herkesin duyduğu sözlerdendi bu sözler de. Hiçbir bilgi içermeyen ancak edildiği için değerli olan sözlerdendi. Ne birbirimize kibar davrandık ne de sahte gülümsemelerle ağırladık. Hainin iğvasına uymamıştık. O cümleler dilimizden dökülürken hiçbir çağırma bizi etkileyecek kadar güçlü gelmemişti.

Çünkü biliyorduk, her sözcüğün bir okul olması gereken zamanlardan geçiyorduk.