Ah o ilk şairler bir duysa bu övücü horozları Tanrılara övgü sözü yazmaya tövbe ederlerdi, Bilselerdi din ve uluslara yazdıkları mısraların güzellik algısını yerle yeksan ettiğini; Gılgamışçı cüce, Zeus’u çirkin bir ördeğe benzetirlerdi. Sözde dahi olsa övgü ve bağırmanın dahi bir asaleti vardı

Ah o ilk şairler!

HAYDAR KARATAŞ- @karatash20

İlk zamanlar krallar yakışıklı ve orantılı bedenlere sahip insanlardan seçilirmiş. G. Vico’ya göre insanoğlunun bu güzellik algısını şairler yaratmıştı. Öyle ki, filologların ve şairlerin başarısı bir kralı ya da yöneticiyi yakışıklı, orantılı bir bedene ve de üstün niteliklere sahip olduğuna dair mısralar dizmesindeydi marifet.

Tabii şiirin öncesi de var; bildiğimiz bağırma! İnsanoğlu bağırarak seste uyumu bulmuştu. İnsan bağırınca sessiz harfleri ortadan kaldırıyor ve bir dili bilmeseniz, ötekini anlamasanız dahi bağırarak ‘tek’ bir varlık olabiliyordunuz. İyi mi?

Yani insanoğlu sadece konuşmayı öğrenmemiştir, o aynı zamanda bağırarak “ortak” bir kimlikte buluşmayı seçmiştir. Korkuyu ayrı bir bağırtıyla, ölümü ayrı bir bağırtıyla kodlamıştır. Yani, sesiz harfleri ortadan kaldırıp hepsini sesli harfe çeviren insan, kekemenin bülbül olup şakıdığını, dilsizin dahi aynı şekilde bir sesi taklit ettiğini görmüş, şaşırmıştır.

Öyleyse yapılacak tek bir şey var, bağırmak! Bir siyasetçiyseniz bundan daha büyük bir tılsım olabilir mi? Üstelik epeyce de basit bir kural. Hele tek renk, tek millet, tek dinden, bu tekleri daralta daralta “tek” partiye kadar işi indirgemek istiyorsanız, başka bir harfle ses veren harfi yasaklasanız dahi yeridir! Bağırmak bu yanıyla biraz öküzü evvelden kalmadır. Bilmez bağırtısına anlamı “sessizin” verdiğini.

Evet söz şairane olsa da; slogan da bir tür bağırtı şekli. Sloganda ritmi ses şarkı ile bağırtı arası bir yerde durur.

Bu yanıyla, ilk dini kim yarattı derseniz? Elbette en güzel söz dizimini yapan bu ilk şairler dersek yanılmış olmayız.

İlk şairler diyebileceğimiz bu söz ustası insanlar, günlük hayatın hizmetinde olan kelimelerle oynayarak, -onlara yer değiştirerek, bazen devirerek ve bazen ayak üzerine dikerek- töreleri ve yargıları ifade eden muazzam atasözlerini meydana getirdiler.

Eskiden tersi bilinirdi ya, ancak insan yaşlandıkça zihni daha iyi söz üretiyor, daha kalıcı. Hatta daha kurnaz ve daha sinsi. Yeter ki, bir şeye methiye düzmek istesin.

Ve ne acı ki, asıl dram tanrıyı kelimelerle yaratma meselesi değildi. Mesele insan beynini en kolay ve en basit yoldan etkilemekti. Bunu da bu ilk şairler çok iyi hissetti. Ki, politikacıların şiiri severken, düşünce ve romanı sevmemesini de açıkçası buna bağlayanlardanım. Tabii şair onlar için tılsımlı söz üretmeli, ahenkli, coşkulu, ne bileyim yıkıcı ama ille de onlar için olmalıydı, çünkü bu ilk yetenekli şairler dinleyicinin kalbine giden yolu biliyorlardı.

Aslında kural öylesine basitti ki, bu ilk şairler, insanı tarif eder gibi her şeyi tarif ediyordu. Kolaydı, anlaşılırdı ve onların dışındaki şeyin insandan farklı olmayacağını düşünüyorlardı. Bunun için karşılaştıkları her şeyi, bizzat insanı merkeze koyarak kodluyorlardı ve kurdukları cümlelerin içine alarak bir kalıba döküyorlardı. İtham ve yargı muazzam bir ahenk içinde yanyana duruyordu. Bana kalırsa bütün karmaşa tamda buradan doğuyor, sanki isyanımız da buna.

Mesela bir dağı, denizi, bulutu, şimşeği, rüzgarı yani aklınıza ne gelirse gelsin bu ilk şairler hepsini insana benzeterek tarif ettiler. Yok öyle değildi diyenleriniz varsa, bu ilk şairlerin en büyük eserlerini önünüze koyun ve bakın, bütün metaforik (metafizik) şeyler insana benzetilerek canlı fabllar haline dönüştürüldüğünü göreceksiniz. Rüzgarın hiddetlenmesi, denizin mışıl mışıl uyuması. Dağın eteği, dağın başı, sırtı, etekleri... vadinin boğazı vs. gibi, her şey ama her şey sanki insanmış gibi tarif edilmiştir. Bu en basit haliydi ve insanın böylesine çıldırmasının belki de kendisini doğanın tanrısı kabul etmesinin esas nedeni teşkil ediyordu ve böyle bağırıp kükremesinin nedeni de bu olsa gerek.

Sloganı ideolojik bir tür bağırma kabul ederseniz, ortak değerler, ortak düşman, ortak hissiyat... aynı tonda ses verir. Antik Yunan’daki tanrı heykelleri bu ruhla dikilmiştir. Venüs ve Helen’in güzellikleri, ya da Apolon ile Zeus’u tarif eden şiirsel dil bu tanrısallıkla ortaya çıkmıştır. Ancak kralların hizmetinde olan bu ilk şairlerin kurgusal algı dünyası, fakirlerin hayal dünyasının ürünü olan masal tarafından bozulmuştur.

İlk şiirsel dilde tanrıyı arayan insan, işi kahramanı (peygamber ve yönetici kral) övmeye getirmiştir, ancak hayalleri ile kahramanların ve tanrılar dünyasına giren insan, oralara sahiden girmiş ve yaratılan bu “tılsımı” bozmuştur ve şiir de, ötekine övgü düzmekten çıkıp içsel bir yolculuğa çıkmıştır

Ancak şunu bilelim, o ilk şiirlerde ve o ilk masallarda anlaşılacağı üzre; tarihin hiç bir döneminde demokrasi ve özgürlük algısı doğudan gelmedi. Mesela batıda heykeller kadın gibi biçim alırken, doğuda Kral İştar’ın kentinde her şey tersiydi, Gılgamış 4 Metre 20 santim boyundaydı. Atı aslan, kırbacı bir yılandı. Tanrı soyundan gelen krallar öyle Zeus gibi sevişmez, güzel kadınlara aşık olmazlardı. Söylemesi ayıp Glamış’ın cinsel gücü Hz. Muhammed efendimizden fazlaydı. Onlarca Hadis-i Şerifte der ya, Muhammed’in cinsel gücü kırk erkek gücündeydi diye, bu da laf işte duysalardı Gılgamış’a Uruk şehrinin kadınları yetmediğini ne yaparlardı acaba! Şairlerin gücü diyeyim.

Ve bir şey daha, bana kalırsa insanoğlu iki koldan gelişti, birisi övgünün yoluydu, kendisine çalışacağına tanrılara, krallara ve liderlere çalıştı. Onları çok övdü, ama öyle iki silahım var, bilmem “çok balsın, şekersin, böyle tatlı gibi bir şeysin” türünden değil, sahiden yaratıcı ve güzel sözle övdüler. Ki, o ilk şairlerin kralları öven övgü sözlerini bugün aşkla okumayanımız yok gibi. Aslında bugünkü kralları övenlerin halini, övgüde dahi dibe vurduğumuzun göstergesi.

Aslında konuşma dili insanı mevlanın günlük ihtiyaç diline bir cevap olarak doğdu. Evet çığırdan çıktı, çünkü çaresizdi, naçardı, bilinmezdi. Üstündeki gökyüzüne bakıp şaşırıyordu, dibinde oturduğu dağın lavlarını görüp titriyordu. Ne yapsındı, onunla baş edecek yeterli deneyimi yoktu ve ne de uzayın derinliklerine gönderebileceği bir teleskobu. Ama artık var ve artık insan insanı övmüyor, insan insana tapmak için söz dizmiyor ve artık 200 milyar ışık yılı uzaklıkta doğan bir yıldızın patlamasını görüyor insan. Düşünüyor, soruyor, anlamaya çalışıyor karşılaştığı cismi varlığı, böyle horoz türü bir bağırtı ise bir bizde kaldı. Övgülerini sorsanız övgü değil, yergilerini sorsanız yergi değil. Garip bir banallık hali, duyulan tek şey bağırtı, sesiz harfi dahi kaldırmış mübarek. İnsan yok, sevgi yok, aşk deseniz o toptan günah. Sağı yok, solu yok, varsa yoksa din ve ulus. Hangi düşmanlık bu iki şey olmadan oldu ki bu yeryüzünde!

Ulus ve dini var eden o ilk şairler utansın, ne güzel kahramanlık sözleri yazmışlardı ve ne güzel tarif etmişlerdi tanrıları. Gelsinler de görsünler övgü geleneklerinin nasıl ayaklara düştüğünü!