Benliğin (self) ne denli kırılgan olduğunu yaşayanlar bilir. Benlik, bireyin içsel gelişimi sonucu kendiliğinden ortaya çıkan bir şey değildir; dışarıdan bakışlarla inşa edilir ve yine bakışlar tarafından yerinden edilir. Ayna evresine dek gözlerimiz bedenin bütününü göremediği için kendimizi, perspektife gelişigüzel biçimlerde giren veya çıkan, hareket halindeki orantısız nesneler toplamı olarak deneyimledik. Çocuğun kendi bedenini bütünsel, özerk olarak algılaması için aynaya gereksinimi var. Lacan’ın ayna evresinde çocuk, belki bir aynada, belki bir yetişkinin gözlerindeki yansımada, belki de oyun arkadaşlarıyla kendisi arasında ansızın bir benzerlik keşfetmesiyle, kendi dışından gelen kendisine ait bir imge görmeye başlar. Bireyin bizzat aynada yansıyan imgesi sayesinde kendi birliğini ve ayrılığını hissettiği bu karmaşık deneyim, imge tarafından yönetilmesi yüzünden imgeseldir. Benlik ona dışarıdan gelmiştir, bir imge olarak. Ve kendiliğin bu karekteri, yani dışsal bir imgeye bağlı olması yüzünden bizim kırılganlığımız imgeseldir.

***

Ya da R. D. Laing’ın söylediği gibi, benlik bilinci iki şeye işaret eder: Bir kişinin kendisinin farkında olması ve aynı zamanda ötekinin gözlem nesnesi olarak kendisinin farkında olması. Her ikisinde de kişi kontrol edemediği dış ortamdan yansıyan bir nesne-imge olarak kendini deneyimlemekte ve bu değişen imgeye “bizzat kendim” diyebilmektedir. Kendinin farkında olması ve diğer insanların onun farkında olduklarını bilmesi, var olduğunu ve ayrıca onların var olduklarını kendine inandırabilmesi için gerekli. Kafka’nın dilencisi gibi, var olduğumuza inanmak için bakış dileniyoruz: “Hayatımın amacı insanların bana bakmasını sağlamak.” Öte yandan tehlikelerle dolu bir dünyada, potansiyel olarak görülebilir olmak, tehdit altında yaşamaktır. Bakışların tehdidi karşısında, doğadaki canlıların av olmamak için geliştirdikleri kamuflaj tekniklerini biz de kullanıyoruz. Anlayacağınız, görmek ile görülmek arasına gerilmiş ipte cambazlık yapan imgeleriz. Benliğinizin her an dengesi bozulabilir ve boşluğa düşebilirsiniz. Ve kendimizi dengede tutmak için aynadan bize yansıyan imgemizle oynamak zorundayız, kendimizi bir imge-nesne olarak ötekilerin bakışlarına sunmak. Beğeni aldıkça var olabiliyoruz ancak. Ama o bakış yok mu, insanın içine işleyen, içini gören delici bakış?

***

Medusa’nın taşlaştırıcı bakışından ya da kem gözlerden sakınabilirsiniz, ama ötekinin delici bakışından, içinizde neler olup bittiğini, neler düşünüp neler hissettiğinizi gören, niyetlerinizi okuyan bakıştan kaçamazsınız. Görülme korkusunu o kadar içselleştirdik ki sonunda onu tanrılaştırmak zorunda kaldık. Tanrılaştırdığımız bakış şimdi, gözetim toplumunun panoptikonu hâlinde cisimleşti. Keşke sadece bedensel hareketlerimizi görmekle yetinseydiler; geliştirdikleri tekniklerle artık içimizdeki zihinsel ve ruhsal hareketler de okunabiliyor. Gündüz güneş, gece ay olup 24 saat aralıksız içimizden geçenleri, niyetlerimizi okuyan Mısır’ın tanrısı Horus’un, birliği matematiksel olarak sembolize eden gözü, kendi varlığını meşrulaştırmak için yine sayısal birliğe gerek duyan despotun gözüne dönüşmüştür. Parçalanıp dağılmaya teşne imgesel benlik, sırf bütünsellik yanılsaması yaşamak için despotun bakışına boyun eğerek “bir”leşmeyi tercih ediyor ve kendi tutarlılığını ve bütünselliğini ancak devlet denilen despotik bedenin hiyerarşik yapısında keşfediyor.

***

Ah şu bizim kırılgan benliğimiz! Sırf kırılıp dağılmamak için köleliğe bile katlanıyor. Guattari’nin tanımladığı “boyun eğdirilmiş gruplar”, bütünün içine kapatılmışlardır: “Hiyerarşi, dikey ya da piramit biçiminde örgütlenme, her tür olası anlamsızlık, ölüm ya da dağılma riskini önlemek, ...öteki grupları dışlamak, kendini koruma mekanizmalarını sağlamak için tasarlanmıştır” (Deleuze). Despotun bakışı altında özneleşmiş kölelerin nasıl oluyor da hâlâ bizzat kendileriyle gurur duyduklarına şaşıyorum. Kendileriyle değil, efendileriyle gurur duyduklarını itiraf edenler daha dürüst. Tüm çabamız, benliğimizin dağılmasını önlemek. Peki dağılmazsak kölelikten nasıl kurtulabiliriz ki? Ancak dağıldığımızda ve parçalarımız arasında yatay ilişkiler icat ettiğimizde, özgürleşebiliriz.