Ekrem İmamoğlu’nun gazetecilerle verdiği poz, çokça tartışıldı. Bu çağ, modern evrenselciliğin gerilediği, toplumsal parçalanmanın yaşandığı, siyasi büyünün bozulduğu ve bunların bir sonucu olarak şüpheciliğin yükseldiği bir çağ. Tek bir yanlış hareket, hayal kırıklığı yaratarak siyasetçinin karizmasına zarar verebilir. Bu durum, neden kampın diğer tarafında yaşanmıyor? Çünkü bir lider, kült bir lidere dönüşmüşse, yaptığı yanlışlarda bile derin anlamlar aranır. Onun insanüstü güçlerle donatıldığına inanılır. Kült liderleri ortaya çıkaran şey, derin umutsuzluklar ve hayal kırıklıklarıdır ve fantezilerden beslenerek başka bir gerçeklik yaratırlar. Kült bir liderin kuyruklu yıldız geçerken yüzlerce kişiyi peşinden sürükleyerek intihar ettirebildiğini biliyoruz; bu sayede takipçileri o kuyruklu yıldızla birlikte başka bir âleme geçeceklerine inanmışlardı.

İmamoğlu gibi siyasetçiler ne kadar popülist olmaya çalışırlarsa çalışsınlar bir kült lidere dönüşemezler. Bir oyuncu, İmamoğlu’ndan saçma bir şekilde, “tiyatro yapıyorlar” sözünden dolayı tiyatroculardan özür dilemesini talep etmişti ve İmamoğlu da özür dilemişti. Aynı oyuncu, böyle bir talebini kült bir lidere iletemezdi, iletse de özür dileme yerine daha ağır şeyler duyma ihtimali olurdu. Ya da Fenerbahçe başkanı İmamoğlu’nu rahatlıkla eleştirirken, kült liderin adını bile olumsuz bir tanımla birlikte kolay kolay anamazdı. Çünkü bu iki tür siyasetçi profilinin çalışma ilkeleri birbirinden çok farklı. Sartre ve Tillich’in yazdıklarından biliyoruz ki, totaliter olan toplumdaki olumsuzlukları sürekli bir ötekinin üzerine yıkar. Ekonomik krizden, isyanlardan, kıtlıklardan, akla gelebilecek her şeyden öteki sorumludur ve bu sayede bütün bu olumsuzluklar lokalize edilir. Naziler için her kötülüğün nedeni Yahudilerdi. Değerli ve idealize edilmiş benliği sağlam tutmanın en kolay yolu, kendimize dışarıda bir düşman belirlemektir. Psikanalitik açıdan kötüyü hep dışarıda bir yerde tutmaya çalışmak, bir savunma mekanizması olarak, kendi kötülük ve suçluluk duygularımızla baş etmenin yollarından biridir, ama eninde sonunda dışarıda konumlandırdığımız o kötü nesne geri döner. Totalitarizmin siyasi sloganlarından en güçlüsü “huzur ve istikrar”dır ama dünya tarihi boyunca örneklerine baktığımız zaman, en huzursuz ve istikrarsız rejimler de totaliter olanlardır. Totalitarizm, sürekli bir huzursuzluk ve istikrarsızlık üretir. Ve her zaman büyük ve akıl dışı hedefler konulur toplumun önüne, şunları da yok edersek bakın nasıl huzurlu ve istikrarlı olacağız. Özgürlük ve sosyal uyum birbirinin karşısına konulur ve sosyal uyum için baskı araçları çalışmaya başlar.

***

Günümüz siyasetinin en önemli sorunu, siyaseti mümkün kılacak hayal gücünden yoksunluk. Winnicott’un yazdıklarından biliyoruz ki, fantezi ve hayal aynı şey değil. Fantezi, gerçekliğin inkârı üzerine kuruluyken hayal kurmak gerçekliğe yaratıcı bir biçimde müdahale etmek anlamına geliyor. Bugünkü totaliter ve popülist politikalar, gerçeklikten kopuk fanteziler üzerine kurulu ve bu politikaların panzehiri de gerçeklikle bağı kuvvetli hayallerde gizli. Ama ütopyalara karşı yaşanan güvensizlikler ve hayal kırıklıklarından dolayı, siyaset yeni bir şey söyleme kabiliyetini küçük grupların ötesine taşıyamıyor şimdilik. Ütopyanın imkânsızlığının kabulü, mevcut sosyo-ideolojik düzenin kabulü anlamına gelir. İdeolojinin ana işlevi entegrasyon ve statükonun korunmasıyken, ütopyanın ana işlevi mümkün olanı keşfetmektir. Bu keşif, temel referanslar üzerinden çalışan bir hayal gücüyle mümkün olur ancak.

Başarısız olmalarına rağmen yenilmez gibi görünen sistemler tarafından her şey bloke edilmiş gibi görünüyor. Bunu kırabilmenin tek yolu ütopyaları yeniden canlandırmak, ama bu canlanma da başka ve yeni düşmanlar yaratma tehlikesini barındırıyor.

Italo Calvino’nun yıllar önce ‘Yeni Bir Sayfa’da yazdığı gibi, ‘genel bir ahlaki devrim’e ihtiyacımız var. O ahlaki devrim gerçekleşmeden dünya kurtulmayacak…