Ceylan’lardan Allah’ın izniyle Hatice’yi istiyorum, bir sonraki filmin kahramanı olarak. Lütfen! Ceylan sinemasının kadın açılımını yapmasının zamanı gelmiş

Ahlat Ağacı: Baba, oğul ve kutsal isyan

Nuri Bilge Ceylan hiçbir zaman açıkça politik bir yönetmen olmadı ama her zaman asi biri oldu. Hatta sinemaya başlamasında Londra’da yaşanan isyanların yarattığı ortamdan yararlanıp, yağmaladığı filmlerin de rolü olmuştu. Camı, çerçevesi indirilen bir kamera dükkanından nasıl film çaldığını anlattığını okumuştum (Sight&Sound, Guardian vs.). Ama 1981’de Brixton’daki isyanın politik yanıyla ilgili değildi, sadece isyanla uyumluydu genç Ceylan. Sonradan bu filmlerle çektiği fotoğraflar, Kasaba’nın yapımına giden yolu döşeyecekti. Ahlat Ağacı’nın kahramanı Sinan (Aydın Doğu Demirkol) kasabası hakkındaki ilk romanını, babasının köpeğini gizlice satarak finanse edecekti. Çalıntı parayla yani. Tıpkı, ilk filminde kasabasını anlatan Nuri Bilge Ceylan’ın çalıntı filmlerden yararlandığı gibi gibi.

Nuri Bilge, sinemaya da dışardan girdi. Daha önce hiçbir film setinde çalışmamış, hiçbir yönetmenin yardımcılığını yapmamıştı. Mümkün olsa Kasaba’yı de tek başına çekecekti, ama birilerinin netlik ayarını filan yapması gerekiyordu. Ahlat ağaçları gibi yalnız, şekilsizdi belki ama lezzetli meyveleri vardı.
Ahlat Ağacı’nın kahramanı Sinan, her şeyle uyumsuzluk içinde biri. İnsanları sevmediğini açıkça ilan ediyor, hele o “cıvık cıvık duygusallık” yayan kadınları. Babasını sevmiyor, baba figürlerinin alayına isyan ediyor, başta kendisi gibi edebiyatçı olanlara. Sinan, üniversiteyi yeni bitirmiş bir öğretmen adayı. Ama iş bulması hiç kolay değil. Binlerce öğretmen açıkta bekliyor, çoğu polis olup, asileri dövüyor, Gezi ayaklanmasındaki polisler gibi. Sinan için ha öğretmenlik ha polislik çok da fark etmiyor, sonuçta hepsi hayatını harcamanın bir yolu. Hepsi karanlık, hepsi anlamsız. Kendisi asi ama politik asilere de yakınlık duymuyor. Gezi isyancılarının dövülmesine duyarsız kalıyor. Sevilecek biri değil Sinan.

Sinan’ın hiç sevmediği babası İdris (Murat Cemcir) için her şey denilebilir ama duyarsız denilemez. Evet, kumarda bir sürü borç yapıp ailesini rezil etmiş ama bunları umursamadığını söyleyemeyiz. Hatta İdris, bir kurbağayı kurtarmak için işini gücünü bırkabilen ve bu nedenle babasıyla ters düşebilen biri. O da bir asi. Sinan’ın tabiriyle hayatı boyunca “hayatın saçmalıklarına baş kaldırmış” biri. Sinan’ın annesi Asuman (Bennu Yıldırımlar)da kendince bir asi. Kendisini vermek istedikleri adama varmamış, yakışıklı, idealist ve romantik İdris’e kaçmış 16 yaşında. Çünkü İdris gibi doğadan söz eden yokmuş! Ve hiç de pişman olmamış. İsyan, Sinan’ın aile geleneği.
Sinan bir atom bombasıyla yok edilmesini dilediği kasabası Çan’daki hayata ve muktedirlere isyan ederken, Nuri Bilge Ceylan da artık sinemanın muktedirleri arasına giren kendisine ve NBC sinemasına ve onu NBC yapan Cannes geleneklerine isyan etmeyi sürdürüyor. (Ama isyan her zaman sürekliliği de içinde taşır. En azından isyan sürekliliğini.) Pek az diyalog içeren NBC sinemasından, Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı’nın geveze kahramanlarına giden yolda çok şey değişti. Cannes’nın yöneticilerini çıldırtan uzunluktaki bu filmler, festivalde en kötü gösterim saatlerine ve en kötü günlere konmuş duyduğumuza göre. Zaten daha baştan Ceylan’a filmlerini kısaltması yönünde baskı yapmaya çalışmış Cannes yöneticileri. Yanlış adama çatmışlar.

Ahlat Ağacı bir sürü süreklilik içermesine karşın ciddi kopuşlar da içeriyor Ceylan sinemasında. Her şeyden önce sanırım ilk defa bu filmde değişen, ekşi tutumunu yitiren, başkaları için fedakarca bir iş yapmaya koyulan, kısacası duygularını bastırmayan, cıvık cıvık duygusal olmaktan kaçmayıp ağlayan, başkalarını sevme iznini kendisine bağışlayan bir kahraman var: Sinan. Sinan bütün sevimsizliğine rağmen, diğer Ceylan filmlerindeki kahramanlar gibi ekşiliğini sürdürmüyor filmin sonunda. Artık illallah dediğimiz, insanın kötülüğü (haseti, kıskançlığı, bencilliği vs.) temasının sona yaklaştığını müjdeliyor Ahlat Ağacı. Sinan, filmde bir sahnede kendisine soruyor zaten “insan sevmeyen biri nasıl edebiyatçı olur?” diye. Onu bilmeyiz ama Cannes’da baştacı edilen bir sinemacı olur insansevmezler, daha doğrusu insanın kötülüğünü anlatan filmler ödüllere boğulur(yönetmenler belki seviyorlardır). Bir bakın Haneke’nin, Zvyagintsev’in, Lanthimos’un, Ceylan’ın filmlerine... Ama Ceylan bunu da reddetmeye başlamış gibi görünüyor.

Ceylan ilk defa Ahlat Ağacı’nda, sadece arzu nesnesi olmayan, arzulayan özne de olan; sadece dolap çevirmeyen, çevrilen dolapların içinde ezilen bir kadın karakterine yer veriyor. Hatice (Hazar Ergüçlü) sadece bir sahnede var ama o sahne filmin en etkileyici ve tek erotik sahnesi. Biçimle özün mükemmel bir uyuma eriştiği an! Ne yazık ki Sinan bu anı arkadaşıyla yaptığı sidik yarışına malzeme edecek cinsten bir dangalak. Oysa Hatice’nin arzusuna karşılık verebilse, belki çok daha önce duygusal anlamda özgürleşme yolunda adım atmaya başlayacak. Ama yapamıyor ve Hatice’nin şiddetli tepkisiyle karşı karşıya kalıyor. Hatice kim? Sinan’ın lise arkadaşı, arkadaşı Rıza’nın eski sevgilisi, zengin biriyle evlenmek üzere olan, bunu kendi istiyormuş gibi yapan ama açıkça mutsuz, şehvetli, şalvarlı ve başörtülü bir genç kadın. Ve lisedeki bütün erkeklerin fantezi nesnesi. Ceylan’lardan (Ebru ve Nuri Bilge) Allah’ın izniyle Hatice’yi istiyorum, bir sonraki filmin kahramanı olarak. Lütfen! Ceylan sinemasının kadın açılımını yapmasının zamanı gelmiş.

ahlat-agaci-baba-ogul-ve-kutsal-isyan-470506-1.

Eski Ceylan’dan bu kopuşlar, devamlılığı gizlemiyor fakat. Hatta o kadar ki Uzak’taki bir cümlenin neredeyse aynısını duyuyoruz. Uzak’ta Yusuf’un söylediği “hep siz mi gezeceksiniz, biraz da biz gezelim!” lafını bu kez Hatice söylüyor. Filmin kahramanının köstekli saatini çalmakla suçladığı Yusuf’un yerini bu kez baba İdris alıyor. Sinan babasının kendi parasını çaldığını ima ediyor.

Ahlat Ağacı, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’ını da hatırlatıyor. Bu romanda usta ile çırağı bir kuyu kazıyorlardı (ayrıntısı aklımda değil) ve kitap Ödipal karmaşayı, baba ve oğul katli temalarını tartışıyordu. Nobel ödülünün de anıldığı (Zeki Demirkubuz’a selam) Ahlat Ağacı’nda da baba-oğul bir kuyu kazıyorlar. Sinan’ın babasını kendini asmış bir şekilde hayal etmesi onun Ödipal karmaşasına da işaret ediyor gibi. Babanın ölümünü arzulaması, fantazisinde bu eşkilde ortaya çıkıyor gibi... Annesine “neden bu adamla evlendin?” diye hesap soran Sinan, belli ki asıl koca adayı olarak kendisini annesine layık görüyor.
Ahlat Ağacı’nın politik olduğu söyleniyor. Her film politiktir, o başka ama Ahlat Ağacı doğrudan politik bir şey söylemiyor bence. Daha önce insan doğasını suçlayan isyanın, ilk kez açıkça insana empati duymaya başlamasını ve karanlık kahramanındaki kapalı damarları açmasıyla film bir eşikte duruyor. Buradan politikliğe de gidebilir Ceylan sineması, gitmeyebilir de.

Ahlat Ağacı epissotik yapıda bir film. Kimi epizotlar çıkarılsa da film ayakta durur, yeni kimi epizotlar eklense de... Bu açıdan dramatik yapısına belki Brechtyen anlamda epik diyebiliriz. Teknik açıdan kusurlara en çok izin verilmiş, kusurlu olması çok da dert edinilmemiş filmi de diyebiliriz yönetmenin. Diyalogların kitabiliği bazen batıyor. Cemcir ile Demirkol’un arasında baba-oğuldan çok iki kardeşe yakışan bir yaş farkı oluşunu da uzun süre yadırgadım. Kahramanların farklı aksanlarda konuşması da yine dert edilmemiş öğelerinden biri filmin. Kimi İstanbul, kimi Ege, kimi Ankara aksanında konuşuyor kahramanların. Biçimsel kaygıların azalması bir açıdan iyi belki ama öz/içerik her zaman çok da etkili olmuyor filmde. Dediğim gibi, Haticeli sahne, filmin mükemmeli yakaladığı an. Sırf bu sahne için bile filme gidilir. Hatta belki bir daha da gidilir. Bir Ceylan filmi bir Ceylan filmidir, en kusurlusu bile bütün bir yıl göreceğiniz filmlerin yüzde doksanından iyidir.