Şiir, güz üşümelerinde bir battaniye gibidir. Eski bir yarayı okşayan bir elin şefkati gibidir. Bir gazeli alıp onu yeni defterin arasına koymak gibidir

Ahmed Arif’in yeğeni

“Bir can daha çoğalacağız bu kış/Bebeğim neremde saklayım seni?/Hoş gelir/Safa gelir/Ahmed Arif’in yeğeni.”

Bazen bazı şiirleri nasıl öveceğinizi bilemezsiniz. Neresinden ve hangi sözlerle övmeye başlasanız, asıl övmeniz gereken yerleri unutmaktan ya da yalnızca şiirin gerektirdiği övgü düzeyinin değil kendi beklentilerinizin de altında kalmaktan korkarsınız... Sonra da tam bunları böyle ciddi ciddi yazarken, bir yukardaki dizelerin duygusunu hatırlar bir de sizin o duyguyla hiç örtüşmeyen övgü arayışlarınıza bakar, susarsınız.

Ne tuhaf zamandır diye düşünürsünüz. Hem konuşma zamanı hem susma zamanı. Susar gibi konuşur, konuşur gibi susarsınız. Galiba şiirin varlık nedenlerinden biri de budur. Susma ile konuşma arasında bir dil ve ikisinin zamanı arasındaki o ince zaman ya da zaman çizgisidir belki de şiir. Hani bir işe yarayacağı varsa, insanın, dilin ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemediği o arada, o çizgide kendini inceden gösterir belki.

Şiir, güz üşümelerinde bir battaniye gibidir. Eski bir yarayı okşayan bir elin şefkati gibidir. Bir gazeli alıp onu yeni defterin arasına koymak gibidir. Yeni defter kaybolmasın diye ona gazel bilgeliği gerekir. “Her şey geçer”i hiç unutmamak demektir. Hiç unutmazsak hep birlikte gelir geçeriz demektir.

9 Eylül 2016 Cuma günü önce Mavi Lorin geldi, güne, zamana, şiire, iyiliğe göz aydınlığı diye sevindik. Sibel Oral ile Murat Özyaşar’ın Mavi Aydınlığı Mavi Lorin. Onun sevinciyle Ahmed Arif’in “Adiloş Bebe”si düştü hemen dilime, gönlüme. “Hoş gelir/safa gelir/Ahmed Arif’in yeğeni”dir diyerek. Mavi huylu Murat’ın ve aydınlık sözlü Sibel’in kızları Mavi Lorin’in sevinciyle şiiri yeniden okumaya koyuldum:“Varamaz elim/ayvasına, narına can dayanmazken/Kırar boynumu yürürüm/Kurdun kuşun bileceği hal değil/Sormayın hiç/Laaaal/Kara ferman çıkadursun yollara/ Yarin bahçesi tarumar/Kan eder perçem.”

Belki şiiri okumayı bile bitirmemiştim ki, kara fermanın yola çıktığını duydum. Çok sevdiğim yazarlar, şairler öğretmenlik mesleğinden açığa alınmışlar. Kemal Varol, İlhami Sidar, Lal Laleş, Şener Özmen, Ahmet Çakmak, Dilaver Zeraq... Bildiğim, duyduğum adlar bunlar, umarım en azından bir kısmı için doğru değildir. Bu ne biçim dilek demeyeceğinizi umarım bu arada. Hiç olmazsa çocuklar iyi şiirden, iyi edebiyattan, iyi öğretmenden mahrum kalmasın.

İçlerinden en son Kemal Varol’un romanını okumuştum, Kemal’i çok iyi bir şair olarak tanımış ve sevmiştim ilk kitabı Yas Yüzükleri’nden beri. Sonra Kin Divanı çıktı. Temmuzun On Sekizi’ni daha dosyasından okumuştum. Etkileyici şiirleri kadar dilden dile dolaşan dizeleri de vardı Kemal Varol’un, “aleviler kimi zaman dağlara su içirir/her alevi çünkü hüseyin eksiğidir”, “bazı çocuklar kalır/bazı çocuklar bıçak içindir”,”anneler erken/ölümlerine yakın sevilir babalar”. Sonra da Bakiye adıyla toplu şiirlerini yayımlayarak şiiri bıraktığını ilan etti Kemal. Üzüldüm, konuştuk da. Fakat 2011’den başlayarak yayımladığı üç romanı da okuyunca, Jar, Haw ve son romanı Ucunda Ölüm Var, Kemal’in aslında şiiri bırakmadığını, romana taşıdığını gördüm. Şiirsel bir anlatım değil sözünü ettiğim. Bu onun çabasını hafife almak ve şairane bulmak sayılır. Kemal’in yaptığı daha değerli bir şey. Romanı şiir olarak yazıyor. Anlatıya diyelim yeni bir biçim kazandırıyor, yeni bir nefes üflüyor. Yeni bir akış yaratıyor. Nehir şiir. Neyse bu türden tanımlama çabaları her zaman üzücü sonuçlanır. İnsanın hissiyatını layığıyla yansıtamaz. Söylemek istediğinin tersini söylersin. Yapıtı da üzersin yazanı da.

Bir ağıtçı kadının öyküsünü anlatıyor Kemal Varol. Anlatmıyor, ağıtçı kadınla birlikte yazar da, sözcükler de, biz de, Heves Ali’yi arıyoruz Bursa’dan Erzurum’a, Diyarbakır’a kadar şehir şehir gezerek. Arguvan’a yetişmesi gerek öteyandan ağıtçı kadının, çünkü ölüm bekliyor. İçindeki şiiri ne yapacağını bilememiş şair Kemal Varol, onu da ağıtçı kadının yanına, diline, ruhuna katmış, diyar diyar diyar dolaştırmış, romana ulaştırmış.

Artful Living’de Nermin Yıldırım’la söyleşisinde de (“Ağıtçıların yerini romancılar aldı”) söz elbette şiire gelmiş: “Şiirden yola çıkan iflah olmaz. Romanlarımda şiirden uzak durmak için büyük çaba gösterdim. İlk romanımda başardım da bunu galiba. Ama ne yaparsam yapayım Ucunda Ölüm Var’da şiir yeniden gelip buldu beni. İlk başlarda teknik bir zorunluluktu o şiirsel bölümler. Ağıtçı kadının ağıtları dedim o bölümlere ama şiir de denebilir onlara. Belki de romanın içeriğiyle ilgili olduğu için şiir yeniden belirdi yanımda. Ağıda en yakın tür olduğu için. Yine de bütünüyle teknik meselelerle açıklayamıyorum bunu. İyi kötü kurduğum her cümlemi şiire borçluyum.”

Küçük bir alıntı romandan, Kemal Varol’un sözlerine uygun: “Eşini kaybetmiş bir kumru gibi kapkara bıraktın beni hayatta. Hangi hikayeye saklandın da bu kadar üzgün dünya?”

Ahmed Arif’in dediği demediği: “Bu, namustur/künyemize kazınmış/bu da sabır/ağulardan süzülmüş/sarıl bunlara/sarıl da büyü”.

Yazıyı göndermek üzereyken Evrensel gazetesine yönelik kapatma tehdidini okudum bir de. Karardım iyice.

Ahmed Arif’in şiirinden önce de sonra da, Türkiye büyük taziye evi.